- Antikahraman Joker’in Politika İle İlişkisi - 12 Ocak 2025
- Sinemada Nükleer Manyetik Rezonans: R.M.N., Romanya ve Sağ Popülizm - 22 Ocak 2023
- Deve, Cüce, Dev: Üç Belgeselde Finansal Krizler ve Sosyoekonomi Görüngüsü - 16 Ocak 2022
- Hırsız ve Ressam (2020): Hırsızı Anlamalı Mıyız? - 3 Ocak 2022
- Artırılmış Kültürel Gerçeklik: Çizgi Filmlerin ve Animasyonların Kültürel İşlevi - 17 Nisan 2021
- Renkli Sinema Döneminin Renksiz Şaheserleri - 11 Aralık 2020
- Ferit Karol ile Kumbara (2020) Filmi ve Bir Söyleşinin Ötesi: “Siz Geniş Zamanlar Umuyordunuz” - 28 Ekim 2020
- Timurtaş Onan ile Şehirlerde Kaybolmak - 10 Ağustos 2020
- Karl Talip Kara ile Söyleşi: “Kralların Tercihidir Yağlı Boya” - 28 Nisan 2020
- Ver Parayı: Memur Olma Amir Ol - 14 Mart 2020
Vincent Van Gogh, Belçikalı ressam arkadaşı Eugéne Boch’a yazdığı bir mektupta[1] 1888 yılında resmettiği Starry Night Over The Rhone (Ren [Rhone] Nehri’nde Yıldızlı Bir Gece) tablosu için şu sözleri dile getirir: “Gece manzaralarını ve gece ortamının özelliklerini, gecenin gerçek karanlığı içinde ve yerinde tuvale aktarma sorunu beni her taraftan kuşatmakta.” Ölümünden iki sene önce gelen bu başyapıt, gece olgusunun kendisi açısından yalnızlığını örten bir hâlin resme düşümüdür. Böyle bir psikoloji içerisinde, yıldızların kuşattığı bir gecenin göz kamaştırıcı tasviri altında yürüdüğü görülen çift, epilepsi hastalığının ruhunda bıraktığı tahribat nedeniyle hayatı boyunca kendini ifade edemeyen Vincent’ın yalnızlığını sonlandıran hayali eşi ve kendisinden başkası değildir tabii ki. Yeryüzündeki korku, acı ve yalnızlık hasletlerinden kendini kurtarıp gökyüzüne dayadığı fırça darbeleri ile belki de mutlu ve erken bir ölümü düşlediğini, kendi dönemindeki tanıklarına ifade etmeye çalışmıştır. Gece, karanlıkları örten bir umut ışığıdır Vincent için.
Hayatı boyunca epilepsi hastalığı ile mücadele eden Vincent’ın resimlerinin ardındaki gerçekler, az önce ifade ettiğim gibi tüm tahminlerin ötesinde farklı anlamlara çıkmaktadır. Sanat simsarı Kardeşi Theo’ya yazdığı çok sayıda mektupta, vücudundaki değişimleri ve hastalık belirtilerini ifade etmesi, bu mektupların uzun yıllar psikanalistler, nörologlar ve psikologlar tarafından incelenmesine yol açmıştır. Vincent bilindiği üzere iştahsızlık, karın ağrısı ve yoğun mide bulantısından tüm hayatı boyunca muzdarip olmuş ve manik depresyon belirtileri göstermiştir. Tüm bu belirtiler tıp insanları tarafından bir araya getirildiğinde porfiri hastalığı ihtimali de epilepsi haricinde kuvvetle belirir.[2] Fiziksel ve genetik bir hastalık olan porfiri, hastada halüsinasyonlara sebebiyet verebilir. Nitekim Vincent da yüksükotu ve pelinotu kullanarak kendisindeki bu dengesizlik hâlini en aza indirgemeye çalışmıştır. Fakat hastalıktan doğan bu özel hâl, gerçek hayatı ile metafiziksel boyut arasında geçişler yaşayan Vincent’a çok farklı bir dünyanın kapılarını resmetmesine imkân tanımıştır. İnsanlığın delilik diye itham ettiği kimi durumların aslında bir hastalığın belirtisi olduğu ihtimali bu nedenle unutulmamalıdır. Diğer yandan Alman sanat tarihçileri Hans Kaufmann ve Rita Wildegans, Van Gogh’un Kulağı: Paul Gauguin ve Sessizlik Mutabakatı adlı kitaplarında ünlü ressamın kulağını delilik hâli içerisindeki kendisinin değil, arkadaşı Gauguin’in kestiği ve Vincent’ın da arkadaşını korumak için yalan söylediği teorisini öne sürmektedirler. Tüm bu bilgilere ilaveten 2004 yılında Hubble Uzay Teleskobu ile gözlemler gerçekleştiren bilim insanları, uzak yıldızların dönen gaz ve toz bulutları tarafından çevrelendiğini keşfetmişlerdir. Kısacası Vincent’ın resmettiği gökyüzü hareketleri, bilimsel bir karmaşa olan “türbülansın” yani doğanın yarattığı anlaşılması en zor fenomenlerden birinin tasviridir. Türbülansın, hastalığının halüsinatif etkisiyle hareketin ve ışığın gizemlerini zihninde birleştiren Vincent tarafından ilk kez tasvir edildiği ortaya çıkmıştır.
…devam ediyor…
Loving Vincent
Hayatı hakkında çok sayıda yazıya ulaşabileceğiniz Vincent’ın sadece ruh hâlini temellendirmeye çalıştığım bu detaylı girizgâhın akabinde kendisinin artık sanatına ve hayatı hakkında çekilen Loving Vincent (2017) filmine farklı bir pencereden bakış atabileceğimizi düşünüyorum.
1853 doğumlu Vincent’ın Evangelist bir köy papazı olan babasının etkisiyle sağdan sola savrulduğu hayatındaki derin mutsuzlukları, geç yaşta tanıştığı resimle bir nebze olsun durulmuştur. İlk resim öğretmeni olan Constantijn C. Huysmans sayesinde resim sanatı hakkında temel bilgileri edinmiş, Brüksel’de tanıştığı ressam Ridden van Rappart’tan aldığı dersler vasıtasıyla da anatomi ve perspektif öğrenmiştir.
Resmi o kadar çok sevmiştir ki zaman zaman boyayı tüpten doğruca tuval üzerine sıkarak parmağıyla ezmekten büyük bir keyif alırmış. Hatta boyalarını hırsından yediği de söylenirmiş. Resimle geç tanışmasının öfkesini ölümüne kadarki süre olan 8 yılda 900 tablo, 1100 kara kalem çalışması ile dindirerek kaybolan zamanını yakalamaya çalışmıştır. Fakat bunlardan sadece bir tanesi o hayattayken satılmıştır. Günümüzde ise Vincent’ın bir tablosunu almak için en az 80 milyon doları gözden çıkarmak gerektiğini not düşelim. Kendi döneminde akademinin kurallarını hiçe sayması nedeniyle eserleri ciddiye alınmamıştır. Fakat ölümünden 10 yıl sonra Fauve ressamlarına ilham kaynağı, Ekspresyonizm akımını ise önemli ölçüde yönlendiren bir sanatçı olarak anılmaya başlanmış, üne kavuşmuştur.
Vincent, ilk dönem çalışmalarında patates yığınları, işçileri ve köylüleri resmetmiştir. Bunda bir din adamı olmaya çalıştığı dönemlerde işçi sınıfının hayatına dahil olmaya çabalaması ve onların basit, sıradan hayatlarından çok etkilenmesi etkili olmuştur. Hayran olduğu ressam Jean-François Millet gibi o da işçilerin hayatından enstantaneler resmetmek istemiştir. Nitekim 1885 yılında Nuenen’de resmettiği The Potato Eaters tablosu, Vincent’ın koyu renk ve tonları tercihi ile bu insanların yaşamlarının güçlüğünü vurgulamaya çalıştığı melankolik bir eseri olarak bilinmektedir. İlk dönem kompozisyonlarında kahverengi ve koyu yeşil tonları hakimdir. Son dönemlerinde ise gece ve karanlık tonlarının daha baskın olduğu görülür.
…devam ediyor…
Teknik Olarak Türünün İlk Örneği
Yetenekli yönetmenler Dorota Kobiela ve Hugh Welchman’ın bu sanat hikâyesinden yola çıkarak resmetmeye çalıştıkları Loving Vincent filmi ise Vincent’ın hüzünlü yanını ele alan bir psikolojik polisiye olmaya çabalamaktadır. Film, Vincent’ın ölümünden sonra kardeşi ile mektuplaşmalarına yardımcı olan postacı Joseph Roulin’in, ressamın ölüm haberiyle derinden sarsılması ve Theo’ya bir taziye mektubu ulaştırmak istemesi ile başlar. Bu görev için de oğlu Armand Roulin’i görevlendirir. Armand başlarda bu görevi isteksizce kabul etse de, Vincent’in hikâyesine sıradan bir insan gibi dışarıdan bakmak yerine zamanla olayların akışına kapılır. Vincent’ın hayatına tanıklık eden her bir karakter ile tanışması, onun hayatında çektiği acıları kalbinde hissetmesine neden olur. Konu bir polisiye öyküye yönelir gibi olsa da mesele herkesin, Vincent’ın ölümünün bir intihar mı olduğu yoksa onun, kendisine yapılan gaddarlıklar karşısında yine sessiz kaldığı bir cinayet vakasına mı kurban gittiği noktasında kalakalır. Cevap belki de Vincent’ın kulağını kendisinin mi yoksa Gauguin’in mi kestiği ile ilintilidir. Kulağı Gauguin’in kestiği bir senaryoda Vincent bu durumu saklamayı tercih ettiyse şayet birisinin onu öldürmek amaçlı vurmasını da saklaması gayet olağan bir durum olsa gerek. Hem de ölmeyi arzulayan bir adamdan bahsettiğimizi düşünürsek. Ya da tüm bu konuştuklarımızı unutup Vincent’ın kendi kulağını kestiği ve kendi canına kıydığı neticesinde durmamız gerek. Film de bu iki denklem arasında çok kararlı bir tavır sergilememekte.
Eleştirmenlerin biyografik bir eser olarak değerlendirdikleri filmin senaryosunun zayıf olduğunu düşünmelerine kısmen katılmakla birlikte, hakkının da tamamen yenmemesi gerektiğini düşünüyorum. Kısmen katıldığım bölüm Armand karakterinin seçiminde, bu tercihin altının çok doldurulmadığını düşünmemdendir. Yoksa seyircinin Vincent’in hikâyesine dahil olması ile Armand’ın filmdeki gelişiminin paralellik göstermesi oldukça tutarlı. Film, teknik olarak türünün ilk örneği olması açısından kusursuz bir eser. Sinema tarihinin ilk uzun metrajlı resim animasyonu olan Loving Vincent, 5.5 milyon dolarlık bütçesi ile yoğun bir emeğin ürünü. Polonya’nın Gdansk ve Wroclaw, Yunanistan’ın Atina şehirlerinde kurulan stüdyolarda gece gündüz çalışan 125 ressamın 65 binden fazla kanvas üzerine resmettiği yağlı boya tablolar ile ortaya çıkan film, tamamıyla Vincent Van Gogh’un teknikleriyle oluşturulmuş. Film için özel olarak yapılan tablolardan 853 adet internet üzerinden satılmış, kalan tablolar ise özel sanat sergilerinde kendilerine yer bulmuş.
Vincent, ölümünden hemen önce kardeşi Theo’ya “Istırap hiç bitmeyecek!” derken ardında onlarca eser ve karanlığı örten bir gece bırakarak bizleri hüznüne ortak etmiştir.
[1] Vincent’ın 1890 yılına kadar kaleme aldığı toplam 902 mektubu tahlil eden araştırmacılar, ressamın edebiyatta da usta olduğunu iddia etmektedirler. Vincent Van Gogh mektuplarında kendi sanatının geçirdiği evrimi, sanat hakkındaki fikirlerini dile getirmiş küçük öyküler anlatmıştır.
[2] ERBAY, Mutlu (2003). “Van Gogh’un Meçhul Hastalığı ve Tedavide Kullanılan Doğal İlaçlar”, Türkiye Klinikleri, J Med Ethics, 2003;11(4):258-62