- Sinemada Nükleer Manyetik Rezonans: R.M.N., Romanya ve Sağ Popülizm - 22 Ocak 2023
- Deve, Cüce, Dev: Üç Belgeselde Finansal Krizler ve Sosyoekonomi Görüngüsü - 16 Ocak 2022
- Hırsız ve Ressam (2020): Hırsızı Anlamalı Mıyız? - 3 Ocak 2022
- Artırılmış Kültürel Gerçeklik: Çizgi Filmlerin ve Animasyonların Kültürel İşlevi - 17 Nisan 2021
- Renkli Sinema Döneminin Renksiz Şaheserleri - 11 Aralık 2020
- Ferit Karol ile Kumbara (2020) Filmi ve Bir Söyleşinin Ötesi: “Siz Geniş Zamanlar Umuyordunuz” - 28 Ekim 2020
- Timurtaş Onan ile Şehirlerde Kaybolmak - 10 Ağustos 2020
- Karl Talip Kara ile Söyleşi: “Kralların Tercihidir Yağlı Boya” - 28 Nisan 2020
- Ver Parayı: Memur Olma Amir Ol - 14 Mart 2020
- Belki Köye Bir Şehir Gelir: Kız Kardeşler (2019) - 22 Eylül 2019
Abstract: The Art of Design (2017-2019) projesi ile ses getiren, Twenty Feet from Stardom (2013) belgeseli ile Oscar’a uzanan yapımcı/yönetmen Morgan Neville’i ödüllü belgesel Magnus‘un (2016) yönetmeni Benjamin Ree ile bir araya getiren The Painter and the Thief (Hırsız ve Ressam, 2020), son birkaç yılı dikkate aldığımızda üzerine düşünmeye değer bir yapım.
Benjamin Ree, Norveçli satranç dâhisi Magnus Carlsen’in henüz on üç yaşında dünya şampiyonluğuna uzanan hikâyesini ele aldığı ilk uzun belgesel projesi Magnus’un (2013) gösterimi için Sundance’e gider. Hırsız ve Ressam da burada ortaya çıkar. Ree, ödül törenini beklerken okuduğu bir haber hakkında şunları der: “Sanat eseri hırsızlıklarında sabıkası kabarık olan ülkem Norveç’te bir gazetenin ön sayfasında yine bir resim hırsızlığı haberi dikkatimi çekmişti ve bu konuya eğilmeye karar verdim.”[1]
Hırsız ve Ressam, Çek hiperrealist ressam Barbora Kysilkova’nın 2015’de Oslo’da yer alan Galeri Nobel’deki sergisi esnasında iki geniş formatlı resminin çalındığını öğrenmesiyle gelişen olaylar üzerine kurulur. İlk görüntülerde sanatçıya ait bir resimde otların arasında yatan bir kuğunun doğa mortesini görürüz. “Kuğu Şarkısı” başlıklı resim, aynı zamanda çalınan iki eserinden biridir.
Soygun esnasında galerinin kameralarına yakalanan hırsızların duruşmaya çıkarılmasıyla taraflar arasındaki ilk iletişim sağlanır. Kysilkova, duruşma esnasında çekinmeden itirafta bulunan Karl-Bertil Nordland ya da “Bertil” olarak bilinen hırsızla diyalog kurmaya karar verir. Kysilkova’nın arkadaşı da olan yönetmen Benjamin Ree, duruşmada ikili arasında oluşan elektriği fark edince onları bir araya getirmeye karar verir. Başlarda Kysilkova’nın yalnızca çalınan resimlerinin nerede olduğunu merak etmesi ile sınırlı kalan temas, e-postalarının sonunda “The Bertilizer” imzasını kullanan uyuşturucu bağımlısı hırsız için kurulacak ilginç bir arkadaşlığın kapısını aralar.
Soygun gününe dair hiçbir şey hatırlayamayan Bertil, hırsızlığının maddi bir amaçtan ziyade sadece bir resim çalmaya karar vermesi ile tetiklendiğini ifade eder. Sıra dışı bir hırsız olan Bertil ayrıca sanat düşkünüdür. Bertil’in pişmanlık ve üzüntü dolu savunmasız hâli, Kysilkova’yı farklı düşüncelere iter. Nitekim Bertil’e karşı öfke hissetmek için elinden geleni yaptığını ama bunda başarılı olamadığını söyler bir röportajında. Birinin maddi kazanç beklentisi olmaksızın kendi eserini sadece bir eser olduğu için çalması fikri onu cezbeder.
Barbora Kysilkova, Bertil’e mahkemede bile yöneltilmeyen birtakım sorular sorarak onun soygun gününe yönelik bulanık hafızasını canlandırmaya çalışır. Basit bir sorgulamayla başlayan bu ilişki kısa süre sonra birbirlerine karşı empati duygusunun daha ağır basmasına neden olur. Bu noktada yönetmen Ree, belgeselin artık bir suç unsurunu takip etmekten çıkarak yalnızca iki insanın zaman içinde birbirlerine olan bakış açılarını gözlemlediği bir düzleme girdiğini belirtiyor. Aynı zamanda bu durumun planlarında olmadığını da ekliyor: “Çekimlere başladığımızda hikâyenin nerede biteceğine dair hiçbir fikrimiz yoktu ancak izlenimsel belgesel yapımcılığının güzelliği de sadece olay yerinde olabilmekten geçiyor.”
Bertil bir söyleşisinde Kysilkova’nın sorduğu sorulara içtenlikte yanıt vermesini, kendisini ona borçlu hissetmesine dayandırır. Bu yalnızca hırsızlıktan dolayı duyduğu pişmanlıktan ibaret değildir. Bertil’in belgeselin bir noktasında Kysilkova’ya “Bunu senin için yaptım, sadece senin sanatının görülmesi için” demesi ve Kysilkova’nın, Bertil’in portrelerini çizmeye başlamasıyla aralarında oluşan olağandışı ilişkiden de bu durum açıkça görülebilir. Hikâye bize yüzeysel bir Stockholm Sendromundan ziyade köle/sahip bağlamında sado-mazoşist bir vakanın haletiruhiyesini beyan eder. Bu anlamda belgesel, psikiyatristlerin faydalanabileceği ampirik bir çalışmadır aynı zamanda. Olay örgüsünde ilk başta Kysilkova’nın Bertil üzerinde doğal bir terapist rolünü üstlendiğini görsek de rollerin daha sonra değiştiğine tanıklık ederiz. Bu geçiş, Hırsız ve Ressam‘ın tersine bir örnek olsa da, bilinçli bir deney sürecine tanıklık ettiğimiz Das Experiment (2001) filmine konu olan mahkum-gardiyan ilişkisini akla getirir.
Diğer yandan belgeselde çok sayıda merak ve şaşkınlık uyandıran sahne mevcut. Bunların başında Bertil’in kendi portresini ilk kez gördüğünde yaşadığı duygu patlaması geliyor [2]. Açıkçası bu ânın belgesel için çekilen kurmaca bir sekans olduğunu düşünmüştüm fakat Ree o ânı şöyle anlatıyor: “‘Umarım bu ânı berbat etmem. Umarım doğru odaklanmışımdır, umarım kendimi doğru konumlandırmışımdır’ gibi düşüncülerle kayıt tuşuna bastım. O sahneyi görüntü yönetmenim ile nefes almayı unutarak çektik. Hatta kayıttan çıktığımızda yaşadığım stres nedeniyle astım ilacımı almam gerekti.” Belgeseldeki her ânın bize izlenimci bir yöntemle gösterildiği artık çok açık.
Benim nezdimde bir diğer şaşkınlık uyandıran bölüm ise Bertil’in Kysilkova için “Evet o benim içimi çok iyi görebiliyor ama ben de onu aynı şekilde görebiliyorum.” demesi ve akabinde Bertil’in gözünden Kysilkova’yı izlememiz. Rollerin değişiminin yalın bir gözle izlenebileceğine yönelik büyük bir yönetmenlik başarısı. Son zamanlarda pek çok filmde farklı karakterlerin gözünden olay akışı izleklerine rastlıyoruz. Fakat burada kurmaca bir durumdan ziyade aktüel gelişim söz konusu.
Bertil, tarzı ve giydiği kıyafetlerle (örneğin Crime Pays t-shirtü ve sloganik dövmeleri) seyirciye bir kriminal olduğunu haykırsa da başarılı kurgu yönetimi sergileyen Ree, Bertil hakkında önyargı oluşturmamıza izin vermiyor. Bu başarının arkasında Ree’nin belgeselin kurgusu için üç editörle birlikte sekiz aylık çalışmasının yattığını söyleyebiliriz.
Belgeselin önemli bir bölümünde Bertil’in rehabilitasyon sürecine tanıklık ediyoruz. Bu süreçte Norveç’in radikal cezaevi yönetim politikasını görebilmek yazının başında da değindiğim gibi aklımda Türkiye’ye yönelik birtakım soruların oluşmasına olanak tanıyor.
Halden Cezaevi: Noveç’te Herkes Bir Gün Serbest Kalır
BBC’den Emma Jane Kirby’nin psikolojik alt okuma yöntemi ile suç işleyen kişilerin cezaevine gönderilerek neyin amaçlandığını anlamaya çalıştığı özel haber projesi, bu sorgulamayı intikam ve rehabilitasyon olgularının etrafında şekillendirir. Norveç devleti, bu sorunun yanıtını arayan dünya üzerindeki birkaç ülkeden biridir. Kirby bu nedenle araştırmalarını Norveç’e yöneltir. Yaklaşık 20 yıl önce geleneksel cezai yaklaşım yöneliminden uzaklaşan Norveç, yapılan araştırmalarda cezasını çekip serbest kalan eski mahkûmlarının yeniden suç işleme oranında keskin bir düşüş yaşandığını tespit eder.
Bertil’in başarılı rehabilitasyon sürecini anlayabilmek ve ortaya çıkan sonucun gerçekliğine inanabilmek için yaptığım araştırmalarda Kirby’nin bu değerli çalışmasına denk gelmem soru işaretlerini yenmemi sağladı. Bu nedenle biraz belgeselin maiyeti dışına çıkacak olsam da ilgili çalışmanın satır başlarını orjinal kaynağından çevirerek paylaşmak isterim.
*Sabahın erken saatlerinde, çimlerin üzerindeki matlarda ter döken yaklaşık 20 mahkûmun yoga eğitmeninin sözleriyle yeni bir vücut duruşuna geçmek için çabaladığını görmemiz enteresan. Burası dünyanın herhangi bir yerindeki sağlık ya da spor merkezi değil. Norveç’in en üst düzey güvenlik seviyesine sahip cezaevi olan Halden.
*İngiltere’de A Kategorisi’ndeki bir cezaevinin yıllık harcaması 74 bin dolar. Sükûnet ve huzur sağlayan Halden Cezavi’nin ise 123 bin dolar.
*1990’ların başında, Norveç Islah Servisi’nin yapılanmasında radikal bir değişime gidildi. Cezaevi müdürü Hoidal’ın “intikam” dediği sistem yerine, rehabilitasyon görüşüne odaklanıldı. Gardiyanların rolü tamamen değiştirildi. Cezaevi yetkilileri olarak tanımlandılar.
*Hoidal: “Elbette ki mahkûmun cezasını çektiğinden emin oluyoruz ama aynı zamanda bu kişinin daha iyi bir insan olması için de çalışıyoruz. Biz rol modeliz, yol göstericiyiz. Bu reformu başlattığımızdan beri Norveç’te eski mahkûmların yeniden suç işleme oranı iki yıl içinde yüzde 20’ye indi. 5 yıl içinde ise yeni sayının yüzde 25’ine indi. Demek ki bu model işe yarıyor.”
*Cezaevinin inşası yaklaşık 173 milyon dolara mâl oldu ve birçok tasarım ödülüne layık görüldü. Meyve ağaçlarının, yeşilliğin ve çiçeklerin arasındaki iki katlı yatakhaneler ve ahşap binalar, cezaevi yerinde popüler bir üniversitedeymişsiniz havası yaratıyor. 7 metre uzunluğundaki kalın ve eğimli duvar, cezaevinin çevresini dolanıyor ama etrafında elektrikli çit ya da kablo görünmüyor. Gizli kameraları görmek için de özellikle bulmaya çalışmanız gerekiyor. Duvarın her iki tarafında hareket algılayıcıları olduğunu da Hoidal’dan öğreniyoruz. Bugüne kadar buradan kimsenin kaçmaya çalışmadığını da söylüyor.
*Her bir mahkûm, içinde banyosu, tuvaleti, buzdolabı, masası, küçük ekran bir televizyonu ve orman manzarası olan bir hücrede tek başına kalıyor.
*Hoidal: Biz daha mahkûmların buraya geldikleri ilk gün itibari ile onları serbest kalacakları zaman için hazırlamaya başlıyoruz. Çünkü Norveç’te herkes bir gün serbest kalıyor. Bizde ömür boyu hapis cezası yok. Norveç’te en uzun hapis cezası 21 yıl. Ancak mahkumun topluma hâlâ zararlı olduğuna karar verilirse, bu süreye 5’er yıla kadar “önleyici tutukluluk” eklenebiliyor.
*Halden gibi ‘A Kategori’ cezaevlerindeki çalışanların neredeyse yarısı kadın. Oslo’nun 8 kilometre kuzeydoğusundaki Lillestrom’da, Norveç Islah Servisi’nin beyaz duvarlar ve camdan yapılma üniversitesi var. Burada her yıl 1200 başvurudan 175’i seçilerek “cezaevi görevlisi” olmak üzere eğitiliyor. Mahkûmların 3’te biri Norveçli olmadığı için, ileri düzeyde İngilizce eğitimi de alıyorlar. Hukuk, etik, kriminoloji, sosyal çalışmalar gibi konularda aldıkları eğitim, 2 yıl sürüyor.
Norveç cezai sistemine yönelik bilgilendirmemden tekrar belgesele dönelim. Bertil’in 1963’te Francis Bacon’ın hayatına ve yatağına giren hırsız George Dyer’in [3] aksine güzel sonla biten hikâyesi izlemeye değer. Hırsız ve Ressam, her insanın görülme, sevilme ihtiyacını anlamaya yönelik harika bir belgesel. Toplumların rutine, bencilliğe ve geleneğe hapsedilmiş dogmalardan kurtarılarak insan ve sanatçı olmanın doğasını kavramalarını sağlayan bu tip katmanlı çalışmalara ihtiyacı var.
Dipnot
[1] 1994 yılında Norveç’te Edward Munch’un orijinal Çığlık tablosunun üç ay boyunca ortadan kaybolması.
[2] Bertil’i elinde şarap kadehi tutarken tasvir eden kendisinin ilk portresi. Bu portre çalışmasına yönelik ressam Kysilkova şunları ifade ediyor: “Kırmızı şarap sembolik bir metafor. Bunu dindar bir kişinin bakış açısı ile söylemiyorum. Ama genelde şarabın kırmızılığı İsa Mesih’in kanı olarak betimlenir. Portrede de görebileceğiniz üzere Bertil’in camdaki kiri ya da belki de kadehin içine düşmüş bir sineği çıkarmaya çalışması onun kişisel dönüşümünün bir tasviri.”
[3] Francis Bacon’un pek çok tablosuna ilham veren ve 1971 tarihinde Bacon Retrospektifi’nden kısa süre önce aşırı dozdan ölen ünlü hırsız.
Ek Notlar
[1] Benjamin Ree, belgeselinin kurgusal bir uyarlaması için StudioCanal ve Blueprint Pictures ile anlaşma sağladı.
[2] Barbora Kysilkova 1983 doğumlu Çağdaş sanatçı. İlk sergisi 2009 yılında Berlin’deki Vierter Stock Galerie’de yer aldı. Son sergisi 2017 yılında Prag Galerie Miro’daki Çelişkiler isimli projesi. Belgeselin başarısı aynı zamanda Kysilkova’nın görünürlüğünü de epey arttırmış. Söz konusu iki çalıntı eserin toplam değeri ise 40.000 avro. Fakat anlatımda maddi olarak kullanılan ibareler Norveç Kronu olarak anlaşılmalı. Sanatçının eserlerinden örnekleri aşağıdaki galeride inceleyebilirsiniz.
[3] Türkiye’de de basına konu olmuş sanat eseri hırsızlığı vakaları var. Bunlardan en ilginci 12 Mart 2006 tarihinde Koleksiyoner Hüseyin Cahit Özerk’e ait Ankara’daki sanat galerisine giren hırsızın; Hoca Ali Rıza, Burhan Uygur, Fikret Mualla, Eşref Üren gibi ustaların imzasını taşıyan milyonluk tabloları görmeyip tezgahtaki çikolatayı yiyerek galeriden ayrılması hadisesi. Bu hırsızın Bertil’in aksine sanatı sevmediği çok açık.