Trump ve Joker’in Politik Paralelliğinde Anti-Kahramanlık Kronolojisi

Alpaslan Paşaoğlu Hakkında

Uzun zamandır konargöçer bir Egeli olarak İstanbul'da yaşamaktadır. Radikal, Fil'm Hafızası, Cineritüel, Havayolu 101 başta olmak üzere çeşitli mecralarda yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca belgesel ve farklı kategorilerde senaryo çalışmaları bulunmaktadır.

“Hakikati gizleyen şey simülakr değildir. Çünkü hakikat, hakikat olmadığını söylemektedir. Simülakr hakikatin kendisidir.”

Ekleziyast

Simülakrlar ve Simülasyon, Jean Baudrillard

1940’lı yıllar, II. Dünya Savaşına bağlı toplumsal travma ve ekonomik karamsarlığın etkisinde “Kara Film” janrının ortaya çıkışına zemin hazırlar. Seyirci, daha önce roman okuru olarak tanıştığı anti-kahramanlar ile bu sefer de dönemin filmleri aracılığı ile beyazperde de buluşur. Kevin L. Stoehr, anti-kahramanların sinemadaki doğuşunu, dünya savaşlarının Batılı toplumlarda ahlaki çöküşe sebep olmasına bağlı değer yargılarının gri alana geçişine dayandırır. Saf iyilik ve bariz kötülük taşıyan homojen karakterlerin yerini, artık içsel çatışmalarla dolu, ahlaki açıdan muğlak ve insan doğasının karanlık yönlerini temsil eden anti-kahramanlar almaya başlayacaktır. Örneğin, bu dönemin önemli yapıtlarından The Maltese Falcon (1941) ve Double Indemnity (1944), gri karakterleri sinemada ilk kez görünür kılmıştır (1).

Nitekim Batman ve Joker film karakterleri tam da böyle bir dönemde toplumsal dönüşüm üzerinde kuvvetli bir denge unsuru olmak adına seyirciye sunulur (25/04/1940). Fakat hemen öncesinde, Theodore Roosevelt ve Rudyard Kipling gibi ağır konukların ağırlandığı tipik beyaz Amerikan aristokratı ve siyasi olarak da Cumhuriyetçi geleneğe bağlı bir aile evinde büyüyen Malcolm Wheeler Nicholson’ın kurmuş olduğu DC Comics, tüm dünyada çığır açan Süpermen karakterinin büyük başarısı ile meşguldür. Toplum, iyinin ve ABD’nin vücut bulduğu mesih Süpermen’i çok sevmiştir.

Kanadalı Profesör Marshall McLuhan, 1951 yılında kaleme aldığı The Mechanical Bride isimli kitabında Clark Kent’i beyaz Amerikalı “aptal ve sakar” akademisyen ya da entelektüelinin simgesi olarak betimler. Kendisini aslında önemsiz biri olarak gören Kent, bir gün her Amerikalı entelektüelin içindeki önemli insan olma hayaline kendisini kaptıracaktır. Dönemin Cumhuriyetçilerinin Süpermen üzerinden kurguladıkları kurtarıcı Amerika rüyasına inanan politize kitleler için McLuhan, bu tutkuyu toplumun yapısal düşünce ile ilişkisinin kesilmiş olmasına işaret eder. McLuhan, Süpermen’in düşünme sorumluluğundan vazgeçmeyi temsil ettiğini “İnsan ne kadar zayıf ve kötü ise o kadar çok insanüstü güç peşinde koşar.” sözleri ile ifade eder (2).

DC Comics, sosyoekonomik dönüşümün kokusunu çoktan almıştır. Firma, toplumsal mühendislik harikası kahramanı Süpermen ile yetinmeyecek, başarılı editörü Bob Kane’in Yarasa Adam’ı tasarlamasını teşvik edecektir. Bob Kane bir röportajında Yarasa Adam’ı tasarlarken anti-kahraman özellikleri barındıran başta Zorro olmak üzere Leonardo da Vinci’nin yarasaya benzeyen ornithopters diyagramından esinlendiğini ifade eder. Bu paralellikte Joker karakterinin de Gotham evreninden (3) önemli 3 kişiyi öldüreceği duyurularak 1940 tarihli ilk Batman filmi ile birlikte izleyiciye tanıtılmış olur. Bu ilk Batman filminde polis, Joker ’in ilan ettiği milyoner kurban Henry Claridge’i kurtaracak gibi görünüyor olsa da bariz kötü Joker, Claridge’i aslında çoktan zehirlemiştir bile. Yeni süper kahramanımız Batman, henüz yalnızca saf kötü karakter görüntüsü veren Joker’i pek tabii günümüze nazaran kolayca yenerek hapishaneye gönderecektir. Henüz iki karakter arasındaki zıtlık flu değildir.

Batman karakteri, daha soyut bir evrenden gelen Süpermen’den farklı olarak Dünyadaki kötülüklerin her geçen gün olumsuz yönde sertleşerek değişmekte olduğunu ama iyinin yani ABD’nin her zaman kazanacağını seyirciye telkin eder.

Soft-power aygıtı Hollywood, sosyolojik değişime bağlı yeni dinamiklere ticari çeperini genişleterek uyum sağlamaya başlamıştır. Polonya’nın Krasnosielc köyünden Kanada’ya göç etmiş Yahudi kökenli Wonsal ailesinin çocukları Samuel ve Jack Wonsal (Sam&Jack Warner) kardeşlerin kurmuş olduğu Warner Bros., baş yöneticileri olan yine Yahudi kökenli Alman Philip Kauffman’ın Berlin’de Naziler tarafından öldürülmesinden sonra fikri bir dönüşüme girecektir. Firmadaki ilk dönüşüm emaresi 1937 tarihinde The Life of Emile Zola ‘nın yapımcılığını üstlenmeleri ile kendini gösterir. Hemen sonrasında Fransız Kral II. Philip’i Hitler’e eşdeğer kılan Confessions of a Nazi Spy (1939) ve benzeri pek çok Nazi karşıtı politik söylem içeren yapımları ile filmografilerini oluşturmaya devam ederler. Siyasi cephede ise ABD, Almanların karşı cephesinde II. Dünya Savaşı’na dahil olmuştur.

Warner Bros. bu yıllardaki dönüşümünü bünyesine yazının başında bahsedilen önemli bir süper kahraman havuzuna sahip DC Comics şirketini dahil ederek hızlandırır. Çünkü süper kahraman öyküleri, içerdiği görsel gücün de etkisi ile yapımcısına! toplumu kolayca etkisi altında bırakabilecek mesajlar sunma imkânı sağlamaktadır. Bu bağlamda ABD’nin yıllar içinde yaşadığı politik değişimlere ayak uydurabilen ve yazının ilerleyen kısımlarında görebileceğiniz pek çok farklı Batman ve Joker karakter yorumunun oluşmasına mantıklı bir zemin oluşacaktır. Diğer yandan Warner Bros. ve DC Comics de bu satın alım sayesinde güçlerini birleştirmiştir.

1970’li yıllara doğru hızla gelindiğinde dünya ekseninin politik olarak yeni bir yön değişikliği sürecine girdiği görülür. Mao’nun ölümü, Demir Leydi Margaret Thatcher’ın Birleşik Krallık’ın başına geçmesi, İran İslam Devrimi, BAAS rejiminin Ortadoğu’da siyasal ipleri eline alması, OPEC petrol krizinin küresel ekonomide yarattığı büyük etki, Latin Amerika’da hüküm süren tarihteki en tehlikeli diktatörlerden Pinochet’nin yükselişi, ABD’nin Vietnam sendromu ve Başkan Nixon’ı istifaya götüren ünlü Watergate skandalı, Kıbrıs Barış Harekâtı ve daha nicesi.

Oluşan bu yeni siyasal kaygan zeminin etkileri sinemada da kendini gösterir. Sosyoekonomik krizin yarattığı otorite boşluğu, seyirciyi suç dünyasına ait karakterlerin zirveye uzanan yolculuğuna tanık ettirecektir. Özellikle toplumu siyasal bir muhafazakâr tavır üzerinden beyazperde gibi enstrümanlarla kontrol altında tutmaya çalışan dönemin ABD yönetimi, arzuladıklarının tam karşıtlığında, bugün için başyapıt olarak saydığımız “suç janrının” belki de en önemli yönetmenlerinden Coppola ve Scorsese’nin doğuşuna neden olurlar. Bu yönetmenlerin filmlerindeki diyalog yapısı, karakterlerin iyilik-kötülük dengesi artık açıkça değişime öncülük etmektedir. Ekonomik krizin etkisini azaltmak adına idealize edilmiş süper kahraman tipolojileri ile her ne kadar topluma hâkim olan olumsuz hava, söz konusu siyasi muhafazakâr çemberde tutulmaya çalışılıyor olsa da, suç oranının ABD içinde sürekli olarak yükselmesi, insanların kolay yoldan para kazanma eğiliminin artışı pratikte önlenememektedir.

George Roy Hill’in yönetip başrollerinde Robert Redford ve Paul Newman ikilisinin yer aldığı The Sting (1973), masumiyet karinesine inanmayan anlatısı ile büyük gişe başarısı elde eder. Konusu itibariyle aslında 1930’lu yıllarda geçen bir dönem filmidir. Film, suçu sempatik gösteren iki üçkâğıtçı karakterin, kumar tutkunu bir gangsterden almak istedikleri intikam üzerine kurgulanmıştır. The Sting, aynı yıl beyazperdeye gelen Serpico’nun (1973) aksine karanlık ve kriminal tarafta kalmayı eğilimli mizahi bir erken dönem örneği olur. Bu senaryo matematiği, Sidney Lumet’nin Dog Day Afternoon (1975) filmi ile iyice hafızalara yerleşecektir. Lumet, Dog Day Afternoon filminde sevgilisinin ameliyatı için banka soymaya kalkan kendi hâlinde zavallı bir adamı, toplumsal öfkenin sembolü ve kahramanı hâline getirir. Joker’in yıllar içerisindeki dönüşümü de bu benzerlikte ilerleyecektir.

70’li yıllar aynı zamanda çizgi romanın da Bronz Çağı olarak addedilir. Çizgi roman hikâye örgüsü, bu dönemde fantezi dünyasından daha somut ve karanlık bir temaya doğru evrilmeye başlamıştır. Hatta“Comics Code Authority”, çizgi roman serilerinde boy göstermeye başlayan yasadışı uyuşturucu anlatısını yasaklamak durumunda kalır.

Sinemada, belirgin çift kutuplu ve steril anlatı 70’lerden itibaren ivmesini yitirmeye başlar. Fakat Batman-Joker ikili anlatısı, yaratım şiarına bağlı kalarak bir süre daha Amerikan müesses nizamına hizmet etmeye devam edecektir. Öyle ki Tim Burton’ın 1989 tarihli Batman‘inde Joker karakteri Jack Nicholson’ın oyunculuğu ile muazzam bir popülariteye ulaşmış olsa da filmin teması ve karakterlerinin özellikleri dönemin aktörlükten devşirilme ABD başkanı Ronald Reagan’ın fikri ve siyasi dünyasına aykırılık teşkil etmemektedir.

90’lı yıllarda Batman; Tim Burton ve Joel Schumacher gibi önemli yönetmenlerin elinde yüksek bütçelerle beyazperdeye gelse de seyircisinde estetiği dışında özel bir anlam uyandırmamıştır. Fakat Batman’in Joker dışındaki farklı düşmanları olan Penguen, Riddler gibi karakterler; sinemada önemli aktörlerin performansları ile bilinirlik kazanmıştır. Diğer yandan dönemin Hollywood ana akımı, 90’ların görece daha soft politik atmosferine uygun Evde Tek Başına, Geleceğe Dönüş gibi apolitik/popcorn serileri ile büyük gişe başarıları elde etmektedir.

Fakat 2000’li yıllara gelindiğinde yönetmen Christopher Nolan, süper kahraman-fantazi dünyası ezberlerini bozan bir Gotham evreninin peşine düşer. Nolan’ın Batman Begins (2005), The Dark Knight (2008) ve The Dark Knight Rises (2012) üçlemesi üzerinden oluşturduğu yeni söylem, bu karakter ikilisi üzerinden ilk kez politik tartışmaları meydana getirecektir.

The Dark Knight filminde Heath Ledger’in unutulmaz performansı ile izlediğimiz Joker ve The Dark Knight Rises filminde Tom Hardy’nin canlandırdığı sinir bozucu Bane, toplumun yaşadığı ahlaki çöküşün ve dezavantajlı kitlelerin durumunun farkında karakterlerdir. Batman’in ise insanüstü güçleri neredeyse elinden alınmış, tamamen mühendislik/endüstri harikası bir inovasyon eserine dönüştürülmüştür. Batman’in karşısında artık kendisinden çok daha güçlü ve kitleleri etkileyebilen, geçtikleri muhitlerde anarşiyi körükleyen zeki düşmanları vardır. Günün sonunda Batman, düşmanlarını tabii ki yenecektir. Fakat bu sefer, geçmişte seyircinin ağzında kalan şekerli tat yerini ekşi bir lezzete bırakmıştır. Joker ve Bane karakterleri seyirci üzerinde Batman’den çok daha büyük bir etki uyandırmıştır. Özellikle Joker ilk kez Batman’in bir adım gerisinden kotarılarak, kendisine başrol payesi verilmiştir. İkili arasındaki diyalektik dengesi ortadan kalkmıştır.

Joker (The Dark Knight): “İnsanlar dünyanın onlara izin verdiği ölçüde iyi olabilirler. İşler bir gün çığrından çıktığında sözde medeni geçinen tüm bu insanlar birbirlerini yiyecek.”

Bane ve Joker karakterleri reel hayatta da Black Lives Matter protestocularının karşısında konumlanan ve kendi pozisyonlarını topluma agresifçe dayatmayı arzulayan sağ gruplar arasında ikon haline gelmişti. Bu sağ gruplar, Bane ve Joker karakterlerinin film repliklerini kullanarak özellikle sosyal medyada açtıkları troll hesaplar üzerinden Black Lives Matter protestocularına nefret söylemlerinde bulunuyorlardı. Bu palatformlardaki hareketlilik, sosyal sınıflar arasındaki gerilimden faydalanmaya çalışan Trump’a bir fırsat alanı çıkaracaktı (bkz. Trump’ın Twitter hesabı sorunu). İlk olarak seçim reklamlarında The Dark Knight Rises filminin müziğini kullanarak sağ kitleler üzerinde etki uyandırmaya çalıştı. İş insanı kimliğinden daha çok bir televizyon ünlüsü olarak ABD’de bilinirlik kazanan Trump, Cumhuriyetçi beyaz sınıfın üstünlüğüne inanan bir Amerikalının, anti-kahramanlara olan ilgisini de pek tabii medya geçmişinden dolayı analiz edebilecek zekaya haizdi.

Trump; absürt denebilecek iddialı sloganları, genel geçer ahlak kurallarına sürekli meydan okuması, mitinglerinde “gerektiği zaman halkı için kuralları çiğneyebileceğini” ifade etmesi; ABD’nin kendisine ait ve mali yıkımın eşiğinde olduğunu düşünen büyük kitleleri üzerinde heyecan dalgası yaratmasına neden oluyordu. “Make a Great America, Again!”. Trump’ın bilinçli bir strateji ile kendisini Joker’e benzeterek toplumsal normların dışında davranması, milyonlarca destekçi toplamasına ve televizyon reytinglerini dramatik şekilde rakibi karşısında lehine çevirmesini sağladı. Nihai olarak Trump, bu ve benzeri girişimlerinin meyvesini 2017 yılında ilk kez başkan seçilerek almış oldu.

Joker (The Dark Knight): “Biliyor musun neyi fark ettim? Her şey plana göre gittiğinde kimse paniğe kapılmıyor. Hem de plan ne kadar korkunç olsa bile. Basına ‘yarın bir çete üyesi vurulacak, bir kamyon dolusu asker havaya uçacak’ desem herhalde kimse paniklemez. Çünkü her şey plana uygun olacaktır. Ama şu an bir belediye başkanı ölecek dediğimde herkes kafayı yiyor. İşte biraz anarşi mevcut düzeni böyle sarsıp her şeyi kaosa döndürüyor.”

Warner Bros. gözleri önünde gelişen bu sürece kayıtsız kalamayarak yönetmen Todd Philips’ten bir Joker spin-off’u çıkarmasını talep eder. Philips bir röportajında Joker’in yaratım sürecinde tamamen ilk dönem Trump yönetiminden ilham aldığını açıkça belirtir. Yönetmen, yapımcılarının kendisinden beklentisini iyi anlamıştır. Bu nedenle karton bir çizgi roman evreni kurmaması gerektiğine karar verir. Scorsese’nin 70’ler New York’unu kendi 80’ler Gotham’ına devşirir. Joker’in Gotham şehrinde arka fonda finansal krizin yarattığı grevler, kitlesel gösteriler ve gergin politik iklim seyirciye hissettirilir. Arthur Fleck yani müstakbel Joker, siyahi çocuklardan dayak yiyen, otobüsteki siyahi bir kadın tarafından azarlanan, o günün muktedirlerinin aşağıladığı mağdur sınıfın bir temsili olarak karşımızdadır. Joaquin Phoenix’in eşsiz performansı ile Joker’in Joker olmadan önceki personası olan Arthur Fleck, seyirciden kendisi ile empati kurmasını talep etmektedir.

Sol entelektüel kesimlerin Joker (2019) üzerindeki kanaati filmin ezilenlere seslendiği yönünde. Örneğin kendisini siyasal düzlemde sol liberal bir düşünür olarak konumlandıran Slavoj Žižek dahi Joker karakterinin otoriteye başkaldırdığını söyler. Evet belki Joker, neoliberal politikalarla yönetilen bir toplumun sert gerçeklerini ortaya koymakta, dönemin yoksullarına verilen sosyal desteklerinin yine hükümet eli ile kesilmiş olmasını, yine aynı dönemde halkın sağlık sistemine erişim sorununu, devlet aygıtlarının nasıl da yozlaştığını gözler önüne sermektedir. Fakat sonuçta yapımın yaratım amacını hatırladığımızda, Joker’in hitap ettiği kitlenin, aslında neo-liberalizmin karşısında değil aksine tam yanında konumlanmış talepkar gruplar olduğu açıkça görünmektedir. Metroda üç Wall Street çalışanını öldürerek, isyanın fitilini ateşleyen Arthur Fleck’in (Joker) uyandırdığı toplumsal talep, bir eşitlik mücadelesinden çok, ilintili kitlelerin kendisine ait olduğunu düşündüğü büyük pastayı talep etmesinden ibarettir. Trump’ın ABD Başkanlığını ısrarla talep etmesi gibi. Joker, filmin final sahnesine doğru Scorsese’nin The King of Comedy (1982) filmindeki Rubert Pupkin karakterine (Robert De Niro) atıfta bulunur. Fakat bunu da Pupkin karakterinin bir post-modern sürümü olan Murray Franklin karakterini (Robert De Niro) karşısına oturtarak yapar. Pupkin artık Franklin’dir.

Joker (Joker): “Artık herkes korkunç bence. Bu durum herkesi delirtmeye yeter… Akıl sağlığı yerinde olmayan yalnız birini ona çöp gibi davranıp dışlayan bir toplum ile karşı karşıya getirdiğinde eline ne geçer? Sana eline ne geçeceğini söyleyeyim. Hak ettiğini bulursun! (silah ateşlenir)”

The Dark Knight Rises filminin, Colorado eyaletinin Aurora şehrindeki prömiyerinde (2012), Joker karakterine öykünen James Holmes isimli bir katil, prömiyerin gerçekleştirildiği sinema salonuna silahlı saldırıda bulunarak 12 kişinin ölümüne neden olmuştu. 2019 yılındaki Joker‘in prömiyeri öncesinde de Amerikan basınında yer alan endişe işte bu nedenle büyüktü. ABD’nin ilgili kolluk kuvvetlerinin Joker‘in vizyona girecek olması ile eş zamanlı silahlı saldırılar düzenlenebileceği yönünde çok sayıda istihbarat aldıklarını belirtmesi de bu korkuyu tetikliyordu. Üstelik bu endişelerin yersiz olmadığını ispat edercesine çeşitli olaylar da yaşanmaktaydı. Örneğin Joker maskeleri, Hong Kong’daki Amerikan yanlısı protestocuların sembolü haline gelmişti. Bu nedenle dönemin hükümeti tüm ülkede maske yasağı getirmişti. Texas’ın El Paso kentinde ise bir AVM’ye saldırıda bulunarak 20 kişiyi öldüren saldırganın, olay öncesi ünlü aşırı sağcı Youtuber Paul Joseph Watson’ın ve Joker’in sözlerini sosyal medya hesabında repost ettiği tespit edilmişti. Sonuç olarak, ABD’nin pek çok eyaletinde sinema salonlarına Joker maskesi ya da yüz boyasıyla girilmesi yasaklandı.

Warner Bros. tüm bu gelişmeler nedeni ile filmin gösteriminden hemen önce bir basın açıklaması yapmak durumunda kaldı: “Bir şeyden şüpheniz olmasın: Hayali karakter olan Joker hiçbir şekilde gerçek hayatta yaşanan şiddet olaylarının bir yüceltmesi değildir. Film stüdyosu ya da yapımcılar olarak biz, bu karakteri bir kahraman olarak lanse etmek istemiyoruz.”

Fakat Joker (2019); medyanın, siyasetin ve akademinin gündeminde olma dozajını yayınlandıktan hemen sonra arttırarak devam ettirdi. Warner Bros.’un sırası ile The Dark Knight ve Joker filmlerinde yaratmış olduğu anti-kahraman Joker personası planlanan ticari stratejik gerçeklikten uzaklaşarak sosyolojik açıdan ele alınması gereken farklı bir yöne doğru gitmekteydi. Warner Bros.’un kendisine çok büyük gelir yaratan bu karakterden vazgeçmesi de açıkçası zor görünüyordu. Tüm bu ikilemde görünmez bir el, siyasete meze yapılan Joker ve bu mezeyi yemeyi seven Trump’ın önlenemez yükselişinden rahatsız olmalı ki, anti-kahraman anlatısını tersi yönde değişmesini sağlayacaktı.

Warner Bros., 2022 yılında Matt Reeves yönetmenliğinde ilk dönem Batman anlatısına sadık The Batman‘i yayınladı. Artık çoktan karanlık bir evrene girmiş Gotham dünyasından tabii ki yine vazgeçilmiyordu. Üstelik profesyonel bir çabanın ürünü olarak belki bu zamana kadar yapılmış en karanlık Batman versiyonu da denilebilirdi. Fakat The Batman, Joker ve Dark Knight anlatılarının aksine ‘sisteme’ yani Amerikan müesses nizamına kayıtsız şartsız inanıyordu. Artık anarşizmi körükleyen güçlü anti-kahramanlar ile empati kurmuyorduk. Seyirciye yalnızca iyi bir seri katil öyküsü izletiliyordu. Ve hikâyeye Joker’in yerine Batman’in kötülüğü su götürmez eski düşmanları Penguen** ve Riddler karakterleri yeniden dahil ediliyordu.

Tüm bu bağlamda özetleyecek olursak Joker ve Trump personalarının paralelliği; Trump’ın kendisine inanan kitleleri yönlendirerek Kongre baskınına neden olması (01.2021), adaylık ve ilk hükümeti dönemlerindeki sözleri ile sistem karşıtlığını teşvik etmesi, düzen dışına itilip kendisini aşağılanmış hisseden Amerikalı için ilham veriyordu .

Son ABD seçimleri yaklaştığında ise Warner Bros. Trump’ın yeniden başkan seçilmesine fayda sağlayacak en ufak bir girişime bile olanak tanınmaması adına Joker karakterini bu sefer de çizgi roman anlatısına sözde sadık kalarak hadım etme yolunu tercih etti. Joker: Folie à Deux (2024) filmi ABD seçim kampanyası sürecinde vizyona sokuldu. Bu Joker, az önce de belirttiğim üzere anti-kahraman personasından tamamen arındırılmış ve yeniden karikatürize edilmiş bir müzikal karakterinden ibaretti. Filmin finalindeki mahkeme sahnesinde, kendisine mesih gözü ile bakan kitlesine dönen Joker: “beklediğiniz kişi ben değilim” demekteydi. Bu aslında belki de Trump seçmenine de açık bir çağrı olarak düşünülebilirdi.

Fakat 2024 ABD seçim sonuçları gösterdi ki Trump, her ne kadar ekonomik sıkıntı yaşayan düşük gelirli, yukarıda tahlil etmeye çalıştığım talepkâr ve Trump’a mesih gözü ile bakan beyaz kesimin önemli desteği ile seçilmiş olsa da, Demokratlara oy veren Latin kökenli Amerikalılardan dahi oy alması, yapısal düşünce ile ilişkisini çoktan sonlandırmış bir ABD portresini çizmemize olanak tanıyor.

Araştırma kuruluşlarının, sandık oy dağılımları üzerinden gerçekleştirdiği çalışmalarda, tüm seçmenin %31’i oy davranışında en önemli belirleyicinin “ekonomi” olduğunu belirtmiş. Bu %31’lik dilimin %79’u Trump’a oy vermiş. Aynı şekilde yine tüm seçmenin %45’i oy davranışında bireysel mali durumunun dört yıl öncesine kıyasla bugün çok daha kötü olmasının etkisinden bahsetmiş. %45’in %80’i Trump’a, yalnızca %17’si Harris’e oy verdiklerini belirtmiş. Tüm bu oranlar, gelir dağılımındaki adaletsizlik ve refahtan faydalanamayan kitlenin, refaha yönelik talebine dair Trump yönetiminden aldığını düşündükleri umut ışığı ile ilintili.

Trump’ın Amerikan müesses nizamı tarafından istenmemesine yönelik yalnızca Joker: Folie à Deux üzerinden bir çıkarsama yapmamız pek tabii sakil kalacaktır. Bilakis Trump’ın ikinci kez seçilmesindeki en önemli katalizörün, kendisini başkanlık yarışında öne geçirecek Pennsylvania mitingi sırasında yaşamış olduğu suikast girişimi denilebilir. Saldırı akabinde Trump, yüzünde beliren kanlı görüntüsü ile yumruğunu havaya kaldırarak mücadeleye daha agresif şekilde devam edeceğinin mesajını vermiş ve bu hareketi de seçimin sonucunu belirleyen en önemli görsel olmuştu.

Fakat mutlaka bir paralellik kurmak istediğimizde, suikasti acemi bir nişancı üzerine yıkmayı planlayan arkadaki gizli mekanizmanın, uzak bir noktada konuşlandırdığı profesyonel suikastçisinin hedefini ıskalaması sonucu yaşadığı başarısızlığını Joker: Folie à Deux’un gişedeki başarısızlığı ile karşılaştırabiliriz. Aradaki ilişkiyi kavrayabildiğimizde karşımıza ya müesses nizamın (ABD Yerleşik Bürokrasisi) yetersiz bir stratejik/kurmay zekaya sahip olduğuna ya da Trump’ın aslında o kadar da çok istenmiyor olmadığına kanaat getiriyor olabiliriz.

Sonuç:

Postmodernizm, gerçeklik denen olgunun tek bir doğru ya da bakış açısının temsiliyetinde olamayacağını söyler. Farklı bakış açılarını tartışmaya açar. Örüntünün varlığı tek bir kişide mutlak değildir. Requiem for the American Dream (2015) isimli belgeselde düşünür Noam Chomsky, postmodernist bir bakış açısı üzerinden iktidar ve iktidara bağdaşık sermayenin bizlere her ne kadar temelde idealist ilkeler gibi gösterilse de, aslında toplumu yani bizleri bir servet döngüsüne hapsettiğini; güç prensiplerini sistematik şekilde örneklendirerek anlatır. Bunu sinema ile ilişkilendirdiğimizde incelikle işlenmiş bir sekansta, gerçeklik algısının nasıl değişken olabildiğine tanıklık ederiz. Bu nedenle, sinemada didaktik ve bariz iyilik/ideal öğreti gibi görünen anlatının amacının aslında bambaşka bir geleceği hedeflemesi mümkündür.

Kaynakça ve Dipnotlar:

1- Stoehr, K. (2006). Nihilism in Film and Television: A Critical Overview From Citizen Kane to the Sopranos. Jefferson: McFarland & Company, Inc.

2- Alain Denault (2015). Mediocracy: The Politics of The Extreme Centre. Lux Éditeur.

3- Yazar ve diplomat Washington Irving New York şehrini, keçilerin şehri anlamına gelen Got-ham ismi ile özdeşleştirerek (1807), Batman-Gotham evreninden çok daha önce kendi eserinde kurgulamıştır.

Burrows, E. & Wallace, M. (1999). Gotham: A History of New York City to 1898. Oxford: Oxford University.

**Warner Bros. iştiraki HBO, efsanevi dizi karakteri Tony Soprano’dan esinlenerek Batman’ın bir diğer düşmanı olan Penguen’i, The Penguen (2024) isimli mini-dizi formatında yeni bir spin-off’a dönüştürmüştür.

One Reply to “Trump ve Joker’in Politik Paralelliğinde Anti-Kahramanlık Kronolojisi”

  1. Tebrikler, çok kapsamlı bir analiz.

Bir cevap yazın