- Vizyona Göz Kırpan Festival Filmleri - 2 Haziran 2022
- 2022 Oscar Ödülleri: Orta Şekerli Filmlerin Gecesi - 29 Mart 2022
- Nomadland (2020): ABD’de Göçebe Olabilmek - 14 Mart 2021
- Makineler De Âşık Olup Yas Tutabilir Mi?: Üç Duygu Durumu, Üç Dizi - 26 Şubat 2021
- Filmekimi’nin Ardından: Bu Yıl Ne İzlesek? - 18 Ekim 2019
- Fosse/Verdon (2019): Bob Fosse ve Gwen Verdon Üzerine - 29 Ağustos 2019
- Chernobyl (2019) Dizisinin Düşündürdükleri - 1 Temmuz 2019
- Aile Olmak Ya Da Olmamak: Üç Ülke, Üç Kültür, Üç Popüler Komedi - 23 Ekim 2018
- Kimlik Arayışı ve Ait Olmak: 37. İstanbul Film Festivali (Bölüm 2) - 16 Temmuz 2018
- Kimlik Arayışı ve Ait Olmak: 37. İstanbul Film Festivali (Bölüm 1) - 2 Temmuz 2018
Kimlik arayışı, bireyin ilk bilinçlenmesinden ölümüne kadar devam eden bir süreçtir. İnsan kendisini, çevresini ve hayatını sorgulayarak yaşamak, yaşamaya devam etmek için bir neden bulmaya çalışır. Ya da en azından bilinçli bir birey, kişisel gelişimi için kendisini ve çevresini irdeleyerek daha iyiyi, daha doğrusunu arar. Bu arayışın öncelikle kendisinden geçtiğini bilerek fiziki ve ruhsal açıdan şahsını geliştirmeye gayret eder ki, buna kısaca “olgunlaşma süreci” diyebiliriz.
2017 Nisan ayında düzenlenen 37. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim eserlerin çoğunluğunda kimlik arayışı ön plandaydı. Benim de izlemekten keyif aldığım çünkü üzerine kafa yorduğum, kendim hakkında bir şeyler bulabildiğim filmler bu konuyu merkezine alanlar ki festival seçkimi de gayri ihtiyari bu temadan yola çıkarak oluşturmuşum. İşte festivalde izlediğim filmler üzerine izlenimlerim.
Lean on Pete (yön: Andrew Haigh, 2017)
Festivalde ilk izlediğim film, 45 Years (2015) ile takibe aldığım Andrew Haigh’in yeni filmi Lean on Pete oldu. Charlie Plummer’ın gerçekçi bir performansla hayata geçirdği Charley, eve düzenli uğramayan babasıyla yalnız yaşadığından kendi kendini idare etmeyi mecburen öğrenmiş on altı yaşında bir ergendir. Kendisine bir rol model ve amaç arayan Charley’nin karşısına at bakımcılığı çıkar. Steve Buscemi’nin her zamanki klasıyla canlandırdığı emektar at yetiştiricisinin yanında çalışmaya başlayan Charley, zamanla baktığı atlardan -tıpkı kendisi gibi- en kırılgan olana Lean on Pete’e özel bir ilgi geliştirir. Lakin Pete’in satılacağını anlayınca onu kaçırır.
Lean on Pete oldukça dingin bir tempoya sahip, çoğu izleyicinin sanat filmleriyle dalga geçtikleri türden. Lakin filmde her şeyin olduğu gibi artmayan temponun da bir sebebi var. Hayatı anlamlandırmaya çalışan, bunun için de tutunacak bir dal arayan Charley’nin kendini arayışının, benliğine yaptığı yolculuğun hikâyesi bu. Filme adını veren atın da sadece bir katalizör olduğunu anlıyoruz film ilerledikçe. Haigh gerçekçilikten hiç ödün vermeden, ajitasyona hiç girmeden, nesnelliğini film boyunca koruyarak önemli bir büyüme hikâyesine imza atıyor.
Non Années Folles (yön: André Téchiné, 2017)
Önceki filmi Quand on a 17 ans (2016) ile benzer bir büyüme hikâyesini yine festivalde izlediğim André Téchiné, yeni filmi Non Années Folles’de Birinci Dünya Savaşı’nda bir çiftin yaşadığı gerçek bir olayı aktarıyor. Birbirlerine âşık olarak evlenen Paul ve Louise’i savaş mecburen ayırır. Cepheye giden Paul, zamanla savaşın manasızlığını anlar ve kaçar. Bir süre Louise’in bodrumunda yaşayan adam daralır, kadın kıyafetleriyle çevrede dolanmaya başlar ve hayatının yepyeni bir dönemi böylece başlar.
Paul’un geceleri büyük bir keyifle büründüğü Suzanne karakteri ile gündüzleri bir koca ve bir erkek olarak kendisinden beklenenler arasında kalışının gelgitleriyle beraber, anne olmak isteyen, sıradan ama kocasına çok âşık bir kadın olan Louise’in bu durumla mücadelesini izleriz. Yer yer melodrama meylederek sıradanlaşsa da Téchiné bu iki insanın kendilerini, birbirlerinin ve başkalarının bedenlerinde bulma çabalarını nesnellikle anlatmayı başarıyor.
Twarz (yön: Małgorzata Szumowska, 2018)
Bu yılın başında Gümüş Ayı’ya sahip olan Twarz muhafazakârlığın ikiyüzlü yönüyle böyle bir toplumda birey olabilme halini irdeliyor. Kendisini yaşamakta olduğu kasabaya zaten ait hissetmeyen Jacek’in yüzü, bir iş kazası sonucu deforme olur. Polonya’nın ilk yüz naklini geçirse de bir ucubeye dönüşmüş olarak kasabasına geri döner. Zaten bir genç olarak kendisini köklerinden koparmak isteyen Jacek, üzerine eklenen fiziki engelinin altında iyice ezilir. Nişanlısı ve öz annesi onu görmek bile istemezken nereye kök salacaktır? Maaş bağlamamak için engelli olduğunu kabul etmeyen bir devlette, dünyanın en büyük İsa heykelini yapmakla övünen lakin kendi içlerinden birine yardım etmekten öte onu aralarına almayı bile sakıncalı gören bir kasabada Jacek nereye aittir, kimdir?
You Were Never Really Here (yön: Lynne Ramsey, 2017)
Geçmişinde yaşadığı çeşitli sıkıntılardan dolayı kendisini bu dünyaya ait hissetmeyen başka biri de Joe’dur. Lynne Ramsay’in bir yıldır izlemek için heyecanla beklediğimiz yeni filmi You Were Never Really Here’da karşılaştığımız Joe, belki de bu sebeple hiçbir amacı olmayan bir tetikçidir. Lakin aldığı yeni işte, bir çocuğun zorla fuhuş çetesince pazarlandığını görünce işin içine duygularını katmaya başlar. Olayın içinde bir de üst düzey politikacılar olunca işler iyice karışır. Uzun süredir annesi ve patronu hariç kimseyle insani ilişki kurmamış olan Joe için bu yeni empati durumu, kendisini fiziksel ve psikolojik olarak zorlar.
Tipik bir intikam filmi konusuna sahip olsa da Ramsay buna zerre meyletmiyor. Onun derdi Joe’nun yaptıkları değil, bunlar yapılırken Joe’nun kafasının içinde neler döndüğü. Üstelik bunu -ana karakterine uygun olarak- sözcüklerle değil imgelerle, düşlerle, jestlerle, bakışlarla anlatmaya çalışıyor. Konvasyonel sinema sevenleri hayal kırıklığına uğratsa da karşımızdaki eserin farklı, özgün ve nitelikli olduğunu kabul etmeliyiz. Geçen yıl Cannes’da aldığı senaryo ödülü bence ne kadar yanlışsa, Joaquin Phoenix’in ödülü de o kadar haklı olmuş.
Madeline’s Madeline (yön: Josephine Decker, 2018)
Josephine Decker’ın yönettiği Madeline’s Madeline, ergenlikte bireyin kendisi ve çevresini sorgulamasıyla bir oyuncunun rolüne hazırlanırken o karaktere girme çabasını aynı potaya atıyor. Bu iki kimlik/karakter sorgulamasının aynı ortamda birbirleriyle çarpışmasını, etkilenmesini, çatışmasını izlemek çok çarpıcı ve heyecanladırıcı bir fikir. Başroldeki Helena Howard’ın son derece etkileyici performansıyla film daha da değerleniyor, lakin her izleyiciye göre olmadığını not düşelim.
Transit (yön: Christian Petzold, 2018)
Amacım Transit’i apayrı bir yazıda irdelemek lakin bu yazıda Christian Petzold’un beni çok etkileyen yeni filminin, günümüzün en mühim meselelerinden göçmenlik üzerinden bireyin, ailenin, toplulukların hangi ülkeye, hangi toprağa, kısacası nereye ait olduğunu çok başarılı bir şekilde sorguladığını belirtelim. Analiz için ise vizyona girdiğinde ikinci kez izlemeyi bekleyeceğim.