Vizyona Göz Kırpan Festival Filmleri

Columbus

Artun Bötke Hakkında

2008 yılında İTÜ Makina Mühendisliği'nden mezun olup mesleğini bu alanda hâlen sürdürmektedir. Fil'm Hafızası, Sinema Terspektif gibi internet sitesi ve dergi mecralarında sinema üzerine çok sayıda düşünsel, eleştirel yazıları ve denemeleri yayınlanmıştır. Bir karalama defteri olarak gördüğü artunbotke.com isimli blog çalışmasında ise farklı konularda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

İstanbul Film Festivali bir ritüel. Ama giderek pahalılaşan bir ritüel. Burada suçu İKSV’ye atmak en kolayı. Hâlbuki hem ülkedeki alım gücü yıldan yıla azalıyor, hem de bir filmi üretmenin, dağıtmanın ve göstermenin maliyeti artıyor. Ayrıca iş, kişi başı 45 TL’ye bilet almakla da bitmiyor. Bunun ulaşım ücreti ve yanında yeme-içme gideri de var. Bir festival gününün en ucuz maliyetine kişi başı 100 TL civarı diyebiliriz herhalde ki bu rakamın üst limiti yok. 

Bir de bunun manevi zaman kaybı var. Filmde geçirdiğiniz zamanı çıkarsak bile, İstanbul’da ulaşımda ve aralarda kaybedilen zaman da önemli. Hayatın bu kadar hızlı aktığı günümüzde bunlara ayrılan saatlere acımamak ve o zaman diliminde yapılabilecekleri düşünmemek çok güç. 

Tüm bunlara rağmen İstanbul Film Festivali, ülkemiz sinemaseverleri için çok önemli bir etkinlik olmayı sürdürüyor. Dünyanın dört bir yanından, pek çok farklı türde, lisanda ve biçimde filmleri art arda görebilmenin keyfi paha biçilmez. 

Bu yazı, bu yılki İstanbul Film Festivali seçkime değiniyor ve vizyona göz kırpan festival filmlerini listeliyor.

Minimalist Bir Bilim Kurgu: Columbus

Minimalist bağımsızı Columbus (2017) ile sinemaseverlerin radarına giren Kogonada’nın yeni eseri After Yang da minimalist bir bilim kurgu. Hikâye gelecekte geçse de neredeyse hiç özel efekt kullanmayan Kogonada, buna rağmen o gelecek atmosferini ve duygusunu çoğu CGI bombardımanı filmden daha iyi veriyor. Kızları için ağabey yerine geçen insansı bir ev robotunun bozulmasıyla tüm ailenin değişen ruh dünyası üzerine kurulan eser; giderek  daha da dijitalleşen dünyamızda insanın yas, değişim korkusu, aidiyet duygusu gibi en ilkel duygularının bu yeni dünyaya uyumunu sorguluyor. Basit ama çarpıcı detaylarla zenginleşen filmde yapım tasarımı ve oyuncu performansları göz dolduruyor. 

Komediyle Dramın Dengesi: Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush

Oldukça politik bir hikâye anlatmasına rağmen annelik gibi basit ve evrensel bir temayı odağına alan Rabiye Kurnaz gegen George W. Bush (Rabiye Kurnaz George W. Bush’a Karşı), demokratikliğiyle övünen ülkelerin riyakârlığının hiç büyük sözler söylemeden de anlatılabileceğinin en başarılı kanıtı. Oğlu Guantanamo’da hapsedilen Almanya’da yaşayan bir Türk annesinin, oğlunu hapisten çıkarma sürecini anlatan film, bu yılki Berlin Film Festivali’nde senaryo ve oyuncu dallarında iki ödül kazandı. Beş seneye yayılan öyküyü hiç sarkmadan, ekonomik ve ilginç bir şekilde anlatan senaryo, komediyle dram dengesini çok iyi ayarlamasıyla ayrı bir övgüyü hak ediyor. Benzer şekilde ana karakter Rabiye Kurnaz’ı gerçeklikten hiç kopmadan, tüm derinliğiyle yansıtabilen Türk asıllı Alman komedyen Meltem Kaptan’ın performansı da çok başarılı. Benzeri bir sürü film/kitap olmasına rağmen kendine ait bir atmosfer kurabilen Andreas Dresen’i de tebrik etmek şart. 

Vahşi Kapitalizmin Çarkları: Alcarràs

Bu yıl Berlin’de Altın Ayı’yı kazanan Alcarràs, İspanya’nın taşrasında nesillerdir tarımla uğraşan büyük bir ailenin arazilerini kaybetme sürecini anlatıyor. Geleneksel yaşamın vahşi kapitalizmin çarkları arasında ezilmesini; büyük sözler etmeden, sadece aile içi dinamikler üzerinden betimliyor. Önceki filmi Estiu 1993‘te de (2017) benzer bir anlatım dili tutturmuş olan Carla Simòn, bu sefer daha iddialı bir konuyu aynı sevimlilikle aktarmayı başarmış. Alcarràs, büyük ve akıllara kazınacak bir film olmamasına karşı, samimi sinema dili ile meselesinin önemi sayesinde dikkat çekici bir esere dönüşüyor. 

Once Upon a Time in the West‘i (1968) sanırım okuldayken izlemiştim. Çok beğendiğimi, bilhassa uzun açılış sahnesini sevdiğimi hatırlıyordum. Festivalde Sergio Leone toplu gösterimi olduğunu görünce hiç olmazsa birini büyük perdede izleme fırsatını es geçmek istemedim. Kendi adıma doğru bir tercih oldu çünkü Leone’nin son westerni olmasından ötürü her şey kusursuza yakın. Senaryo, senaryo kurgusu, çekimler, görüntüler… Günümüz seyircisine çok uzun gelebilir fakat epik westernin tadı ancak böyle çıkıyor. Ayrıca konusuyla da westernin sonunun geldiğini belirtmesi açısından çok manidâr. 

Bu yılki Cesar ödüllerinde toplam 15 adaylık arasından, En İyi Film dahil 7’sini kazanan Illusions Perdues (Sönmüş Hayaller) taşra-kent ayrımı üzerinden bir medeniyet eleştirisi yapan bir büyüme hikâyesi sonuç olarak. Balzac’ın aynı adlı eserinden geçtiği dönem (Napolyon sonrası imparatorluk dönemi) korunarak uyarlanmış. Bana geçen aylarda tekrar izlediğim Kubrick başyapıtı Barry Lyndon‘ı (1975) hatırlattı. Konusu benzemese de iki film de toplum içinde bir anda yükselen taşralı bir gencin, kibrinin körüklediği hırslarına yenik düşerek aynı hızla da inişini anlatıyor. Yönetmen Xavier Giannoli büyük bir prodüksiyona sahip bu büyük anlatıyı soğukkanlılıkla idare etmesini başarmış. Yaklaşık 50 yıl önce çekilmiş Barry Lyndon‘dan daha öte bir şey söyle(ye)mese de gayet eğlenceli, nükteli, şık tasarlanmış, oynanmış ve çekilmiş bir dönem filmi izliyoruz. Bu da hiç az bir şey değil. 

Lost Illusions

Günümüz gençlerinin sosyal medya ile kurdukları ilişkinin geleneklerle çatışması benim de gözlemlemekten ve üzerine düşünmekten zevk aldığım konulardan. Çünkü bilhassa İslamî gelenekler bu dünyadan ziyâde, sabrı ve ibadeti önceleyerek ahirete önem verirken; sosyal medya için önemli olan şu anda ne yaptığın; öncesi ve sonrasıyla neredeyse hiç ilgilenilmiyor. Bu durum da doğal olarak sosyal medyayla büyüyen nesil için büyük bir ikilem oluşturuyor. Irak asıllı Avusturyalı sanatçı Kurdwin Ayub’un ilk uzun metrajı Sonne işte bu konuyu ele alıyor. Bu açıdan film, çok ilgi çekici ve neredeyse süresinin yarısına kadar bu ilgiyi korumayı da başarıyor. Lakin bundan ötesine geçemiyor ve sadece durumu tespit etmekle kalıyor. 

Kısa Film Seçkisi

Festivalde uzun yıllardır yapmak istediğim başka bir şeyi de bu yıl gerçekleştirdim: Kısa film seçkisinin yarısını izledim. Altı kısanın hepsi iddialı olsa da ben içlerinde, kendisiyle en barışık olan Our Ark‘ı sevdim. Festivalin En İyi Kısa Filmi de seçilen eser, simülasyola gerçek arasındaki farklar ve benzerlikler üzerine kafa patlatıcı bir düşünce egzersizi. Maddenin Halleri‘nden (2020) tanıdığım Deniz Tortum ile Kathryn Hamilton’un ortak eseri, bilgisayarda simülasyon yaparak geçinen bir mühendis olarak beni daha da etkiledi. Her şeyin dijitalize olduğu, metaverse ile belki de tamamen simülasyonlardan oluşan dünyalarda yaşayacağımız hayatımızı sorgulamak için kısacık ama çok önemli bir sanat eseri. 

Kısa film seçkisinde ayrıca Babamın Öldüğü Gün‘de Emre Sefer’in duyguyu vermede başarılı rejisini ve Aylin Kızıl’ın Fotoğraf Altı‘nda kurduğu sıra dışı yapıyı sevdim. 

Yönetmeninin Gelecek Başarılarını Müjdeleyen Bir İlk Film: Un Monde

Festivalde Alcarràs ile beraber en etkilendiğin eser Un Monde oldu. İlkokula başlayan bir kız çocuğunun, kendisinden birkaç yaş büyük ağabeyi ile beraber okulda yaşadıklarını aktaran bu sıra dışı eser; yetişkinlerin her gün maruz kaldığı şiddetin, ikiyüzlülüğün ve yalanın en basit ama temel hâlinin çocuklukta oluştuğunu gösteriyor. Yönetmen Laura Wandel bu ilk uzun metrajında kamerasını okulun dışına, kadrajını ise çocukların boy hizasının üzerine hiç çıkarmıyor. Yani film çocuklarla tamamen özdeşmemizi sağlarken hiçbir yetişkinin yüzünü görmüyoruz. Böylelikle sürenin çoğunu geçirdiğimiz okulun bahçesinde, çocuklar arasındaki karmaşık ilişkilere ve kaosa birebir şahit olabiliyoruz. Haneke’nin tarzını hatırlatan bu taş gibi ilk film, yönetmeninin gelecekteki başarılı eserlerini müjdeliyor. 

un monde

Kaçan Koca Bir Fırsat: Birlikte Öleceğiz

Hep bir ikili olarak çalışan Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nu neredeyse kariyerlerinin başından beri takip ediyorum. Her zaman farklı olanı değişik bir tarzda anlatmaya çalışan ikili, son filmleri Birlikte Öleceğiz‘de de şaşırtmıyorlar. Bir aşk öyküsünü aşırı şiirsel bir yapıda anlatmaya çalışan eserin ana sorunu kurgusu. Yaklaşık 40 dakika önce, başladığı Arkeoloji Müzesi’ne geri dönüldüğü sahnede bitseydi  filmi bayağı sevecektim. Çünkü aşkın o şiirsel hâline İstanbul’un güzelliğini de ekleyebilmeyi başaran eser, aşırı gelgitli bir ilişkiyi de anlatmayı kısmen başarıyor aslında. Fakat filmdeki kadın bakış açısı eksikliği son 40 dakikadaki tekrarlarla birleşince film manasızlaşmaya başlıyor. Halbuki teknik anlamda Kurtuluş-Saraçoğlu ikilisi resmen zoru başarıyorlar, ayrıca başroldeki Su Kutlu ile Özgür Emre Yıldırım’ın çift olarak uyumları çok iyi. Bence film, kaçmış koca bir fırsat! 

birlikte öleceğiz

Ülkeden ülkeye gündelik hayatın gerçekleri değişiyor. Hany Abu-Assad da Filistin’deki gerçekleri, gündelik hayattaki detaylar aracılığıyla aktarmayı seviyor ve bunda da oldukça başarılı. Tabii İsrail-Filistin çatışması da oradaki hayatın bir parçası. Huda’s Salon‘da Hamas ile İsrail Gizli Servisi’nin karşılıklı şantaj yaptığı basit bir ev hanımının gerilimli hikâyesini izliyoruz. Lakin esas izlediğimiz, böyle bir coğrafyada kadın olabilmek. Abu-Assad akıcı bir politik gerilim izlettirmeyi başarırken, bu sürecin en büyük mağdurlarından birinin de kadınlar olduğunu gösteriyor. 

Ziya Demirel’in ilk uzun metrajı olan Elâ ile Hilmi ve Ali, başarılı bir ilk film. Öncelikle basit konusunu, film ilerledikçe çeşitli detaylar aracılığıyla derinleştirmeyi başarıyor. Bunda senaryonun iyi çalışılmış olmasının yanında, üç başrol oyuncusunun da performansı etkili olmuş. Ayrıca filmin eğitim, yaş ve cinsiyet rolleri üzerinden ülkemizde güç dengelerinin kurulması ve bunların aktarımı üzerine başarılı tespitleri var. 

Festivalde son olarak geçen yıl Venedik’te ana yarışmaya katılan Kapitan Volkonogov Behzal‘i (Yüzbaşı Volkonogov Kaçtı) izledim. Bu Rus eseri, İkinci Dünya Savaşı arifesindeki St. Petergsburg’ta (o zamanki adıyla Stalingrad’da) çalışan bir gizli servis çalışanının, halka çektirdiklerine dayanamayarak firarını ve bizzat işkencelerinde bulunduğu kişilerin ailerinden özür dileme / günah çıkarma sürecini konu alıyor. Konu da, işlenişi de ve bunların peliküle aktarımı da gayet başarılı. Fakat film hem kendine çok güveniyor, hem de “Bak ben kendi geçmişimle hesaplaşıyorum, biz artık böyle işler yapmıyoruz!” havasıyla hareket ediyor sanki. Filmin ilk gösteriminden 6 ay sonra başka bir ülkeyi alenen işgal eden bir ülkeden bahsediyoruz ki Putin’in o dönemdeki devlet zihniyetini devam ettirdiğini de az çok biliyoruz. Hele filmin ortasını geçince filmin tüm meramını açık açık anlatan bir sahne var ki bir 2021 filmine zerre yakışmıyor. 

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.