2022 Oscar Ödülleri: Orta Şekerli Filmlerin Gecesi

Artun Bötke Hakkında

2008 yılında İTÜ Makina Mühendisliği'nden mezun olup mesleğini bu alanda hâlen sürdürmektedir. Fil'm Hafızası, Sinema Terspektif gibi internet sitesi ve dergi mecralarında sinema üzerine çok sayıda düşünsel, eleştirel yazıları ve denemeleri yayınlanmıştır. Bir karalama defteri olarak gördüğü artunbotke.com isimli blog çalışmasında ise farklı konularda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

Oscar sinefillerin suçluluk zevkidir. Popüler kültür öğesi olduğunu, bu yüzden yapılan seçimlerin sanat/beğeni açısından yapılmadığını bilirsin. Önemli olan Hollywood’daki sektörün devamlılığını sağlayacak, maddi ve manevi açılardan onu besleyecek yapımlara ödül vermektir. Bundan dolayı “En İyi Film” kategorisinde ödül yapımcıya verilir. Diğer yandansa şov olduğunu bildiğin bu şaşaalı gösteriyi izlemekten, adayları/kazananları/kaybedenleri eleştirmekten kendini alamazsın.

Bu yazı da bu ikilemin bilincinde olarak 2022 Oscar ödüllerine aday olmuş veya olamamış filmlere göz atan 2021 yılının ufak bir yıl sonu özeti. Aynı zamanda, benzer amaçla kaleme alınmış tüm yazılar gibi son derece kişisel.

Pandeminin gölgesinde geçen ikinci yıl da ilki gibi “Sinema ölüyor mu?” sorusuyla geçti. Sinema salonları tüm dünyada teker teker azalırken ve kalanlar can çekişirken, Noel zamanı gösterime giren bir süper kahraman filmi tüm sektöre derin bir nefes aldırdı. Hak edilmiş bir “görsel efekt” adaylığını kapan Spider-Man: No Way Home tamamen bir ergen fantezisiydi ve bu fantezinin altını doldurmaya hiç ihtiyaç duymuyordu. Lakin sektöre kazandırdığı maddiyat öyle fazla ki “En İyi Film” kategorisinde hakkı yenildiği çok zikredildi. İlk paragrafı tekrar okursanız, bu iddialarında haklılık payı olduğunu da görebilirsiniz. Fakat yine hak edilmiş bir görsel efekt adaylığı olan Shang-Chi and the Legend of Ten Ring, kendini ciddiye almadığından daha eğlenceliydi. Scorsese ve ardından Coppola’nın alevlendirdiği “Marvel filmleri, birer sinema eseri mi?” sorusunu daha çok konuşacağız bence.

Başlıca adaylara gelecek olursak ilk sırada Kenneth Branagh’ın Roma (2018) çakması Belfast’ı var. Shakespeare üstadı Branagh’ın Belfast’ta geçen kendi çocukluğunu anlattığı bu siyah-beyaz masal, (Ali Ercivan’ın tabiriyle) kendini sevdirmek için o kadar çabalıyor ki içi boş bir nostaljiden öteye gidecek enerjisi filmin ortasında tükeniyor. Film kocaman bir pamuk şekeri gibi; bol şekerli, hacimli, göz alıcı ama içi bomboş, hiç doyurucu değil ve bittiği anda etkisi de tükeniyor. Böyle bir senaryonun ödül alabilmesi komik.

Çoğu kişi için Belfast kadar popülist olan CODA‘yı ben gayet beğendim. Bir Fransız filmi yeniden yapımı olarak tipik bir seyirci dostu, ana akım müzikal-melodram olduğu aşikâr. Lakin anlatısı kadar, sağırlara yaklaşımını da samimi buldum. Şarkı söylemek isteyen ama anne, babası ve ağabeyi sağır-dilsiz olduğundan onların dış dünyayla en önemli iletişimi de olan bir lise öğrencisinin hikâyesini oldukça tahmin edilebilir hamlelerle anlatsa da sevimli senaryosu, başarılı kadrosu ve Oscar’ın ihtiyacı olan çeşitliliğe kapı açan doğasıyla yılın dikkat çekici filmlerinden birine dönüşüyor. Bu sevimlilik yılın filmi ve en iyi uyarlama senaryosu olacak kadar mı derseniz, ben bu ödüllerin uzun vadede filmin aleyhine olacağını düşünüyorum. Sadece baba rolündeki Troy Kotsur’un ödülü mantıklı.

Yıldızlarla dolu kadrosuyla senenin en iddialı filmlerinden olan Don’t Look Up, iklim krizi gibi bilimsel olarak öngörülmesine rağmen dünya tarafından neredeyse yok sayılan doğal felaketlere gösterilen güncel yaklaşımı, olanca gücüyle taşlayan bir hiciv. Fikre bayılsam da hicvin dozunun aşırıya kaçtığını, çok göze battığını düşünenlerdenim. Şahsen, en sevdiğim filmlerden olan Being There (1979) gibi, daha incelikli ve metaforik hicivleri tercih ediyorum.

2021’den Geleceğe Kalanlar

Drive My Car (Doraibu Mai Kâ) adaylar arasında en beğendiğim film. Ryûsuke Hamaguchi özgün, duygusal, düşündürücü, akıcı bir şaheser çekmiş. Üç saate yakın süresine rağmen hiç sıkmayan, olanca dinginliğine rağmen zeki senaryo hamleleriyle seyirciyi tetikte tutan yapısı alkışlanası. Ayrıca kadın-erkek ilişkileri, oyunculuk, sanat ve yas hakkında yönelttiği sorular filme bambaşka bir katman ekliyor. Filmin önüne geçmeden, onu tamamlayan teknik başarılarını da takdir etmek lazım. İlk sahnedeki görüntü çalışması nefes kesiciydi mesela. Aradan bir süre geçince, zihnimde demlenmesi için tekrar izlemek istiyorum. 2021’den geleceğe kalan birkaç eserden biri olacak kuşkusuz. Sadece yabancı film ödülüyle kalmamasını isterdim.

Madem favorilere başladık, The Power of the Dog‘un tekinsizliğini, metaforik anlatımını, yer yer epiğe kaçan görselliğini ve korkusuzca western türüne getirdiği kadın bakışını sevenlerdenim. Jane Campion’a çoğu sinefil kadar bayılmasam da çoğu filmindeki “görünenin ardındakini arayış” motifinin ve titiz teknik işçiliğinin bu esere çok yakıştığını düşünüyorum. Bu sebeple bu yılki ödüllerin nadir hak edenleri arasında Campion.

Klasik müzikalleri ve saf sinemayı çok seven biri olarak West Side Story‘ye kayıtsız kalmam imkânsız. Nitekim hayranı olduğum 1961 versiyonunda olduğu gibi, finalde yine ağladım. Spielberg’ün bu yeniden yapıma giriştiğini ilk duyduğumda fikir bana saçma gelmişti, lakin izleyince haklı olduğunu anladım. Kutuplaşmanın tüm dünyada arttığı günümüzde, West Side Story‘nin politik ve sosyolojik alt yapısı üzerine kurulan Romeo & Juliet anlatısının zamansızlığı ve mekânsızlığı daha da önemli hâle geliyor. Ayrıca başroldeki Ansol Engort hariç tüm kadro, başarıyla oluşturulmuş ve performansları da çok, çok iyi. Hele Anita rolündeki Ariana DeBose kusursuz oynamış, “En İyi Yardımcı Kadın” Oscar’ını hak ediyor. Spielberg’ün bu filmi saf sinema sevgisiyle çektiği her karede hissediliyor.

Sevdiğim yönetmenlerden Paul Thomas Anderson’un Licorice Pizza‘sı özgün, kişisel, sempatik bir romantik komedi örneği. Anderson’un imzası gereği içine kolayca girilebilecek bir film değil. Tıpkı diğer filmlerinde olduğu gibi bu filmi de sırtlayan ana unsur, küçük ama sinema duygusu yoğun detaylar. Bunlardan, benim gibi, zevk alabilecek olanları iki saatlik ferahlatıcı bir 70’ler güzellemesi deneyimi bekliyor. “En İyi Kadın Oyuncu”ya aday bile gösterilmeyen Alana Heim’a büyük haksızlık yapıldığını belirtelim.

Del Toro’nun Nightmare Alley‘ini de sevenlerdenim. İnsanın iki yüzlü, egoist ve gözünü hırs bürümüş doğasını eski usül ama son derece yetkin bir sinema diliyor anlatıyor. Orijinal eseri izlemedim ama West Side Story gibi bu filmin de temasının zamansız ve mekânsız olduğunu, dolayısıyla bu anlatıyı tekrarlamanın nedensiz olmadığını düşünenlerdenim. Ayrıca filmin kadrosu ve tabii teknik detayları çok başarılı.

Incendies‘ten (2010) beri hayranlıkla takip ettiğim Villeneuve bu kez bende hayal kırıklığı yarattı. Dune: Part One‘ın kendisini aşırı önemsemesi perdenin dışına o kadar yansıyor ki filmden keyif alamadım. Hâlbuki teknik açıdan kusursuza yakın bir eser izliyoruz ki çoğu teknik ödülü aldı. Zaten geçmişte bu işi layığıyla yapan epik filmler varken bir filmin veya yönetmenin kibrini izlemek beni üzdü.

King Richard aslında iyi bir biyografi filmi, başka bir de özelliği yok. Dünyanın en ünlü iki kadın tenisçisi dururken, tüm pâyeyi babalarına vererek artık çağ dışı kalan bir ataerkil başarı hikâyesi anlatması üzücü. Bu anlatısı sıkıntılı ama eli yüzü düzgün filmin, Will Smith etiketiyle Oscar’lara gelebildiği kuşkusuz. Üstüne Smith’in ödülü alması daha da üzücü.

Mesela onun yerine rahatlıkla ödül verilebilecek Tick, Tick…Boom! var. İzlerken aşırı keyif aldığım, aynı zamanda vizyoner müzikal sanatçısı Lin-Manuel Miranda sayesinde klas sahneler barındıran filmin bence esas başarısı, umutsuzluk ve sıkışmışlıkla yoğrulmuş günümüz gençliğine ışık olabilecek bir öyküyü hiç kibre düşmeden ve keyifle görselleştirebilmesi. Kesinlikle hak ettiği “En İyi Erkek Oyuncu” adaylığıyla Andrew Garfield da filmde göz kamaştırıyor.

Yine 2022 Oscar ödüllerinde “En İyi Film” ve “En İyi Yönetmen” kategorilerine rahatlıkla aday olabilecek başka bir film, Maggie Gyllenhaal’un ilk yönetmenlik denemesi olmasına karşın, şaşılası bir dinginlikle bir kadının geçmişiyle hesaplaşmasını anlatan The Lost Daughter. Başroldeki Olivia Colman yine muazzam oynuyor, maalesef bu sefer ödüle uzanamadı.

Sadece özgün senaryo ve yabancı film kategorilerinde adaylık alabilen The Worst Person in the World (Verdens Verste Menneske) Danimarka yapımı başarılı bir romantik komedi. Aslında bir genç kızın büyüme hikâyesini anlatan eser, zamanı durdurma gibi ilk bakışta garip görünen ama başarılı sinematografik dokunuşlarıyla 2021’nin en ilgiye mazhar filmlerinden biri.

Diğer filmleri gömmeden önce Flee‘yi (Flugt) de övelim. Animasyon, yabancı film ve belgesel dahil üç adaylığı bulanan eser, üç kategorinin de hakkını sonuna kadar veriyor. 80’lerde Taliban’ın Afganistan’ı ilk kez ele geçirmesinin ardından Danimarka’ya iltica eden bir eşcinsel gencin zorluklarla dolu kaçışını, ana kahramanı ve yakınlarını anonimleştirmek adına animasyon formatında görselleştiriyor. Her geçen yıl önemi daha da artan mülteci krizine farklı ve özgün bir açıdan bakan eser, kesinlikle izlenilmeyi ve ilgi görmeyi hak ediyor.

Joel Coen’in kardeşi olmadan çektiği ikinci filmi olan The Tragedy of Macbeth, kesinlikle herkese göre olmayan ama çok özel bir film. Coen’in (her ne kadar Shakespeare zamansız olsa da) yeni bir şey söylemeyen bu filmi neden çektiğini anlamasam da filmin teknik meziyetlerine kayıtsız kalmak çok güç. Harikulâde görüntü yönetmenliği, set tasarımı, Denzel Washington’un duru performansı gerçekten kusursuz. Bu teatral yapıda hiç sırıtmayan görsel efektleri de çok beğendim.

Aaron Sorkin’in olanca egosuyla, anlamsızca çektiği Being the Ricardos‘un oyuncu kategorilerinde üç adaylığı var. Javier Bardem, Nicole Kidman ve J. K. Simmons önemli isimler olsa da filmin kendisi kadar, adaylıkları da saçma.

The Eyes of Tammy Faye sonlara doğru konusunun yetersizliğinden ve kafa karışıklığından dolayı vasatlaşan bir biyografi filmi. Jessica Chastain’in zorlanmadan edindiği “En İyi Kadın Oyuncu” adaylığını hak ettiği söylenebilir ama ödülü alacak kadar mı olduğu tartışmalı.

Gözü kapalı her filmini izlediğim Pedro Almodovar’ın, bu sefer politik alt metniyle öne çıkan The Paralel Mothers‘ında (Madres Paralelas) Penélope Cruz neredeyse zerre zorlanmadan, iyi oynuyor. Kristen Stewart için maalesef aynısını söyleyemeyeceğim. Pablo Larrain’i, hatta Jackie (2016) biyografisini sevsem de Lady Diana biyografisi Spencer‘ı da, Stewart’ın garip performansını da hiç sevmedim. Larrain’in Jackie‘deki gibi düz bir biyografiden ziyade ana kahramanının bilinçaltını görselleştirmeyi istediğini bilsem de hedefini ıskalamış. Bu iki yıldıza adaylığın, isimleri sayesinde verildiği aşikâr.

Yazıyı yukarıda ismini anılanların çoğundan daha iyi üç filmle noktayalım. Mike Mills’in uzun bir aradan sonra çektiği son filmi C’mon C’mon bir çocuğun gözünden yetişkinlerin dünyasına bakan izlediğim en duru ve manidâr film olabilir. Bu mini cevherde Joaquin Phoenix ile Woody Norman karşılıklı döktürüyorlar. David Lowery’nin King Anthur uyarlaması The Green Knight ise testosteron yüklü bir masalın, nasıl erkekliğin çürük yanlarının ifşa eden oyuncaklı bir avangard anlatıya dönüştüğünü izlemek için birebir. Üstelik teknik unsurları da çok başarılı, Andrew Drew Palermo imzalı nefis görüntüleri Akademi üyelerinin es geçmesi üzücü. Son olarak Ridley Scott’ın kendi Rashomon‘u (1950) The Last Duel‘ın en azından senaryo ve teknik dallarda adaylık almaması çok garip. Yıllar sonra Matt Damon ile Ben Affleck’in bir araya gelerek başarılı senarist/yönetmen Nicole Holofcener ile incelikle kurulmuş, düşünülmüş bir senaryoya imza atmalarının daha büyük ses getireceğini düşünürdüm. 2021’de en sevdiğim birkaç filmden biri olan The Last Duel‘ın yok sayılması, Hollywood’un orijinal işlerle artık ilgilenmediğini de gösteriyor.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.