- Vizyona Göz Kırpan Festival Filmleri - 2 Haziran 2022
- 2022 Oscar Ödülleri: Orta Şekerli Filmlerin Gecesi - 29 Mart 2022
- Nomadland (2020): ABD’de Göçebe Olabilmek - 14 Mart 2021
- Makineler De Âşık Olup Yas Tutabilir Mi?: Üç Duygu Durumu, Üç Dizi - 26 Şubat 2021
- Filmekimi’nin Ardından: Bu Yıl Ne İzlesek? - 18 Ekim 2019
- Fosse/Verdon (2019): Bob Fosse ve Gwen Verdon Üzerine - 29 Ağustos 2019
- Chernobyl (2019) Dizisinin Düşündürdükleri - 1 Temmuz 2019
- Aile Olmak Ya Da Olmamak: Üç Ülke, Üç Kültür, Üç Popüler Komedi - 23 Ekim 2018
- Kimlik Arayışı ve Ait Olmak: 37. İstanbul Film Festivali (Bölüm 2) - 16 Temmuz 2018
- Kimlik Arayışı ve Ait Olmak: 37. İstanbul Film Festivali (Bölüm 1) - 2 Temmuz 2018
Geçtiğimiz Nisan ayında düzenlenen 37. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim, karakterleri kimlik arayışı, ait olmak ve kök salmak temalarıyla şekillenen filmleri listelemeye devam ediyorum.
Disobedience (yön: Sebastián Lelio, 2017)
Bir önceki filmi Una Major Fantástica (2017) ile Oscar da alan Sebastián Lelio’nun ilk İngilizce çalışması olan Disobedience, yaşadığı aşırı muhafazakâr Yahudi cemaatinde sıkışıp kalmış iki kadının sessiz çığlığı olarak görülebilir. Gençliklerinde sevgili olan Esti ve Ronit’in dine aykırı ilişkisi, bizzat cemaatin lideri olan Ronit’in babası tarafından anlaşılınca Ronit Amerika’ya taşınıp cemaatle tüm ilişkisini kesmiştir. Esti de cemaatin sevilen hahamlarından Dovid ile evlendirilmiştir. Yıllar sonra Ronit’in babasının vefatı, bir zamanlar yakın arkadaş olan bu üçlüyü tekrar bir araya getirirken eski defterler de bir bir açılmaya başlar.
Lelio, Gloria (2013) ve Une Major Fantástica’ya benzer şekilde bir kadının, insan gibi yaşamak için verdiği mücadeleyi aktarıyor. Rachel Weisz’ın içten bir şekilde canlandırdığı Ronit her ne kadar daha ön planda olsa da filmde esas mücadele veren, Rachel McAdams’ın gerçekçi bir performansla hayat verdiği Esti. Esti, bir lezbiyen olarak çevresi tarafından ayıplanmış, hiç ilgi duymadığı arkadaşıyla evlendirilmiş ve cemaatin kadınlara dayattığı sıkı kurallara uymak zorunda bırakılmıştır. Lakin sonradan kendisinin çağırdığı anlaşılan Ronit’in gelişiyle artık bu kısıtlı dünyasını değiştirmek, kendisini bulmak istemektedir. Lelio’nun önceki filmlerinde gördüğümüz/hissettiğimiz sert duvarlar bu sefer eksik olunca, konuyu bir de çok naif bir dille aktarınca film de başarılı bir queer dramasından öteye geçemiyor.
Unsane (yön: Steven Soderbergh, 2018)
Günümüzün en nevi şahsına mühnasır yönetmenlerinden olan ve farklı türlere yönelse de standartlarından zerre taviz vermeyen Steven Soderbergh, son filmi Unsane ile de hayal kırıklığına uğratmıyor. Modern bir One Flew over the Cuckoo’s Nest (1975) izlenimi veren ilk bölümünde, var olup olmadığı meçhul olan bir sapık tarafından takip edildiğini iddia eden ve danışma için gittiği bir psikiyatri kliniğine isteği dışında yatırılan bir kadının hikâyesi anlatılıyor. Soderbergh kimin doğru, kimin yalan söylediğini özellikle havada bırakarak gerilimi sürekli besliyor ve filmi basit bir dramdan etkili bir psikolojik gerilime, yer yer de ilginç bir korkuya dönüştürüyor. İzleyiciyle beraber başkarakter de -final sahnesi dahil olmak üzere- olaylara ve kendisine şüpheyle bakıyor ve ruhsal olarak kendisini bulmaya çalışıyor.
Soderbergh ayrıca Amerikan sağlık sistemindeki eksikliklerin, sigorta şirketleri ve özel hastaneler tarafından nasıl istismar edildiğini de gözler önüne seriyor. Lakin elindeki malzemeyi iyi bildiğinden bunun ötesinde bir iddiası da bulunmuyor. Tamamen i-Phone ile çekilen Unsane’in geçen seneki Lucky Logan (2017) gibi senenin kayda değer tür filmleri arasında yer alacağı şüphesiz.
Kaçış (yön: Kenan Kavut, 2018)
Kenan Kavut’un ilk uzun metrajı Kaçış’ta ise Suriye’deki savaştan öte kendi geçmişinden kaçmaya çalışan, lakin kafasındaki travmalardan kaçamayan bir adam ile Meriç kıyısında bir müştemilatta kendisi ve eşi dahil, her şeyden kaçan iktidarsız bir kocayla yaşamak zorunda kalan bir kadının rastlantılarla örülü hikâyelerini izliyoruz. Bu kadar hoş bir fikrin ve karakterlerin, yönetmenin acemiliğinden ötürü değerlendirilememesi çok yazık olmuş. Halbuki iki ana karakterin, ülke sınırında zamansız ve mekânsız bir kimlik arayışı çok güzel bir filme dönüşebilirdi. Tıpkı Transit gibi…
Isle of Dogs (yön: Wes Anderson, 2018)
Wes Anderson’un son eseri Isle of Dogs, Anderson’un tipik sorunlu karakterlerine sahip. Geçmişlerindeki çeşitli sorunlardan ötürü kendilerini bulma mücadelesi veren bireyleri filmlerine taşıyan Anderson, bu sefer de uzun zamandır hasretini çektiği köpeğini kurtarmaya çalışan bir çocuğu merkezine alıyor. Çocukla beraber köpeklerin de kendi var oluşlarını sorguladığı stop-motion animasyon, bir başyapıt olmasa da keyifli bir şekilde faşizm, mültecilik gibi mühim ve gündemden hiç düşmeyen konuları sorguladığı için takdiri hak ediyor.
Tuzdan Kaide (yön: Burak Çevik, 2018)
Yerli sinemaseverlerin, deneysel filmler üzerine kendi halinde bir topluluk olan fol’dan tanıdığı Burak Çevik, Tuzdan Kaide ile ülkemizde örneği bir elin parmaklarını geçmeyen deneysel film türünde farklı bir ilk filme imza atıyor. Kâğıt üzerinde bir kadının uzun zamandır görmediği ikiz kız kardeşini arayışı olarak özetlenebilecek film, türü gereği bundan çok daha fazlasını ihtiva ediyor. Tekrarlar, düşler, semboller ve doğrusal olmayan bir zaman çizelgesi içeren eser, bu türe aşina olmayanlar tarafından sıkıcı, manasız ve zaman kaybı olarak kolayca yaftalanabilir. Lakin ana karakter ikiziyle beraber kendisini de ararken seyirci de kendi bilinçaltında bir maceraya çıkabilir.
The Rider (yön: Chloé Zhao, 2017)
The Rider (2017) için ise kimlik arayışı, engelli olma, bedenini kabullenme üzerine minimalist bir başyapıt diyebiliriz. Genelde engellilik hâli, sinemada ya ajite edildiğinden ya bir güldürü unsuru olageldiğinden ya da kısaca görmezden gelindiğinden gerçekçi bir eserle pek karşılaşılmıyor. Yönetmen/senarist için bu konu bir araç olmaktan öteye maalesef geçemiyor; bir engellinin duygu durumunu, hayata bakışını yansıtmayı becerememekten öte, istemiyorlar. Çünkü gayet derin, karmakarışık ve depresif ruh hallerini yansıtmak perdede pek güzel ve keyifli durmuyor. Onun yerine The Sessions (2012), My Left Foot (1989) ve Mar Adentro (2004) gibi engellilerin başarı öyküleri daha ilgi çekiyor.
The Rider’da ise yönetmen Chloé Zhao başrole engelli bireyin kendisini koyuyor ama bu kişi tekerlekli sandalyede değil, gayet düzgün konuşuyor, yürüyor… Engeli, tipik engelli sınıflandırmalarının hiçbirine girmiyor. Çünkü onun engeli, ona göre hayatın ta kendisi olan ata binememek. Zhao, ölümcül bir kaza sonrası ata binemez duruma gelen eski meşhur rodeocu başkarakterini, aynı durumdan muzdarip olan Brady Jandreau’ya oynatıyor. Böylece kurguyla gerçeğin iç içe geçtiği çok farklı bir deneyim yaşıyorsunuz. Bu, bir kurmaca film lakin tüm karakterleri, bizzat o karakterlerin oynadığı, böylece çok samimi ve özgün bir duygunun yakalandığı bir eser. Brady’nin durumunu kabullenme sürecini Zhao akılda kalıcı nüanslarla, görüntü yönetmeni Joshua James Richards ise muazzam karelerle ölümsüzleştiriyor.
Touch Me Not (yön: Aidna Pintilie, 2018)
Festivalin finalini ise bu yılın Altın Ayı’sını kucaklayan (son derece garip) Touch Me Not (2018) ile yaptım. Cinsellikte mahremiyet ile masumiyetin sınırları üzerine deneysel bir belgesel-kurmaca arası olarak nitelendirilebilecek film, nitelemeleri ve sınıflandırmaları umursamıyor. Cinselliği ve de hayatı, toplumsal kuralların sıkı kalıplarından uzakta, hissederek ve duyumsayarak yaşayabileceğimizi anlatmaya çalışıyor bize. Orta yaşını aşmış ana karakterimiz, bedeniyle yüzleşirken ve cinselliğin kalıplarını kırmaya çabalarken seyirci olarak biz de, bize biçilen pasif seyir hâlini aşmaya davet ediliyoruz.
Yıllar geçip yaş aldıkça festivalin kısa süresinde bu kadar fazla filmi izlemek beni yorsa da diğer taraftan üzerimdeki ataleti atıyor. Çünkü her film beni yeni dünyalara sokuyor, yeni insanlarla tanıştırıyor. En önemlisi düşündürerek yeni bakış açıları kazanmamı, yaşadığımı hissetmemi sağlıyor. Bu yüzden geç de olsa izlenimlerimi sözcüklere dökmeyi seviyorum. Çünkü onlar hakkında yazarken tekrar o filmi düşünüp aklımdakileri yazıya geçirme uğraşı veriyorum ki bu da süreci katmerliyor. Kendi olgunlaşma maceramda filmlerin bana kattıklarını asla göz ardı edemem, belki de bu yüzden olgunlaşmaya çabalayan karakterlere sahip filmlere daha fazla ilgi duyuyorum.
Kimlik Arayışı ve Ait Olmak: 37. İstanbul Film Festivali (Bölüm 1): https://www.art-his.com/kimlik-arayisi-ve-ait-olmak-37-istanbul-film-festivali-bolum-1/