
- Vuslat Çamkerten ile Söyleşi: “Anlatmak İstediğim Hikayeler Dilimi Belirler” - 4 Haziran 2022
- Beş Maddede Şehrin “Öteki” Yakası: Toz Bezi (2015) - 5 Mayıs 2021
- The Maltese Falcon (1941): Kötünün Aydınlık Tarafı - 4 Nisan 2021
- Nesimi Yetik ile Söyleşi: “Hep Kazanırsın Ey Çözümsüzlük” - 20 Ekim 2020
- Eylem Kaftan ile Kovan (2019) Filmi Üzerine Söyleşi: “İnsan Her Şeyden Önce Kendisine Yabancı” - 28 Eylül 2020
- Ceviz Ağacı (2020): Babanın Aynasında Kendini Görmek - 23 Ağustos 2020
- Kafanın Kafa Olmaya Devam Ettiği Sanat Pratiği: Masklar ve Çocuk Sanatı - 3 Temmuz 2020
- Ressam Beşir Bayar ile Söyleşi: “Her Dönem Kendi Sanat Dilini Oluşturur” - 12 Nisan 2020
- Kısa Film Önerisi: Karganın Aşınan Gagası (2019) - 25 Mart 2020
- Captain Fantastic (2016): Nike, Bir Zafer Tanrıçası Mıdır? - 9 Ocak 2020
“Alışılmış ahlaka, geleneksel hayallere, duygusalcılığa, toplumun tüm ahlaksal pisliğine karşıyım… Burjuva ahlakı, benim için ahlaksızlığın ta kendisidir; çünkü ters kurumlar üzerine kuruludur: din, vatan, aile ve toplumun diğer temel direkleri.”
Luis Buñuel
Birinci Dünya Savaşı’nın açtığı yaralara, sebep olduğu bunalıma ve gelecek kaygısına tepki olarak 20. yüzyılın başlarında Gerçeküstücülük doğar. Kapitalizmin öngördüğü yaşama karşı geliş, akıl dışı deneyimlere, rüya ve hayallere duyulan ilgi, bilinçaltını ve bilinçaltında tekrarlayan süreçleri uygun bir mahreç yeri bularak dışarı akıtma öne çıkar. Psikolojik yıkımla baş etmeye, hayatta kalmaya çalışan insanlara düşsel, soyut bir dünya yaratma yoluna giden sanatçılardan Andre Breton’un resim alanında, Freud’un felsefede, Aragon’un edebiyatta yaptığını, Luis Buñuel de sinemada yapmak üzere yola çıkar.
İlk Gerçeküstücü film olarak Antonin Artaud’un senaryosunu yazıp Germaine Dulac’ın yönettiği La Coquille et le Clergyman (1928) gösterilir. Retour à la Raison (1923), L’etoille de mer (1928) gibi örnekler de bu döneme dahil edilir ancak Dali ve Buñuel’in Un Chien Andalou’su (1929), L’Age D’or (1930) ile birlikte Gerçeküstücü sinemanın yapıtaşı olur.
Buñuel, toplumsal normları, insanı öldüren, mahveden tutkuları anlattığı sinemasında din ve gerçeklik ironisini, birey ve kilise çatışmasını gerçeküstü öğelerden yararlanarak sunar. Fluya düşürme, görüntünün rengiyle oynama, ses efekti kullanma gibi etkinin dozunu değiştiren yöntemleri kullanmadan düşleri var eden Buñuel’in sinemasında düşleri ayıklamak zordur. Buñuel’e göre hareketli kamera, seyircinin dikkatini dağıtır; yakın çekimler ise ucuz melodramatik etkiler yaratır. Sinema bambaşka bir şeydir ve film, rüyaya açılan bir kapı gibidir.
Buñuel sinemasında bireyin bastırdığı mutluluk, beraberinde bir karmaşayı da getirir: özgürlüğe duyulan özlemi. Buñuel, işte bu özlemi anlattığı sinemasında kompleksi ve ümitsizliği de peşi sıra sürüklediği için onun kahramanları bir türlü mutlu olamaz. Buñuel’in yapmaya çalıştığı, toplum tarafından sorgulanmaksızın kabul edilen aile, devlet, din, vatan gibi geniş başlıklı değerlere karşı insanların gözünü açmak, izleyeni düşünme aralıklarına davet etmektir. İnsanların beynine sansür uygulayan, özgür düşünceyi kısıtlayan tüm akılsal düşüncelere karşı savaş açar Buñuel. “Sinema salonunun ışıklarının sönmesiyle gözlerimizin kapanması aynı şeydir.” der ve herkesi gözlerini kapamaya davet eder.
“Neden rüya gören bir insanın rüyasını ben de göremiyorum? Neden onun rüyasına girip onu değiştiremiyorum? Can sıkıcı bir durum bu… Ben sinema yaparak böyle bir engeli ortadan kaldırıyorum.”
Luis Buñuel
Un Chien Andalou (Bir Endülüs Köpeği, 1929)
Sürreal imajlarıyla tanıdığımız Salvador Dali ve Buñuel, 1929’da gördükleri rüya üzerine bir konuşma yapar. Dali karıncalarla dolu bir avuç, Buñuel ise Ay’ı kesen ince bir bulut tabakası ve bir kadının gözünü ortadan ikiye ayıran usturalı bir el gördüğünü söyler. Sinema tarihinde çığır açan, Gerçeküstücü sinemanın ilk tohumlarını serpen film, bilinçaltından kopup gelen böyle bir rüya sonrasında ortaya çıkar. Senaryosunu Dali ve Buñuel’in birlikte yazdığı Un Chien Andalou, Gerçeküstücü yazarlar tarafından şu cümlelerle ifade edilir: “Bu film… Anatomi masasında bir şemsiye ile bir dikiş makinesinin karşılaşması denli güzel!”
Bir masal girizgâhı yapan film, bilinçaltındaki dürtüleri, bilinçsiz ilerleyen insiyakları açığa vuran bir özenle kâbusa dönüşür. Usturasını bileyen bir adam, bir kadının gözünü ortadan ikiye ayırır. Birbiriyle mantıksal olarak bağı bulunmayan sahneler kolaj tekniğiyle birleştirilirken Buñuel, izleyende şok etkisi yaratacak bir bütün arar. Hatta bu etkinin gücünden öyle çekinir ki, filmin galasına giderken olası saldırılara karşı ceplerini taşla doldurduğu bile söylenir. Film, muhafazakâr kesimden tepki görse de umulmadık bir başarı yakalar ve nihayetinde yasaklanmaz.
Un Chien Andalou, mantıksal, psikolojik ve kültürel hiçbir açıklamaya meydan bırakmayacak bilinç dışı, şaşırtıcı görüntüler ve düşüncelerden oluşan bir imaj harmanıdır denilebilir. Filmin bir sahnesinde erkek, cinsel arzularla yaklaştığı kadından beklediği tepkiyi alamaz ve ardından iki balkabağı, iki rahip, iki piyano ve iki eşek ölüsünden oluşan bir yükü sırtlar. Buradaki nesneler din ve toplumun kendisini simge durumuna getiren ve eleştiren ayrıntılardır. Bir kadına sahip olmak isteyen bir erkek vardır fakat amacı uğruna toplumsal değerleri, dinin baskısını, dayatılmış normları da sırtlamak zorundadır.
Filmde görüntülerin sıkça üst üste bindirilmesi, filmi rüyaya yaklaştırır. Zaman ve mekân kavramlarını allak bullak ederek belirsizlik, aynı zamanda da çağrışım yaratır. Mekândan mekâna atlama, düşme hissi, zamanı algılayamama, yer kavramının olmaması, alakasız olaylar ve kişiler silsilesi, herkesin “Çok saçma!” diyerek anlattığı rüyaların ve gün yüzüne çıkacağı anı bekleyen bilinçaltının betimlemesidir. Öte yandan filmin son sahnesinde, adamın kadına saatini göstermesi, zamansal uzamın belirsizliğine bir işaret, hatta Dali’nin o meşhur Belleğin Azmi (Eriyen Saatler, 1931) tablosuna da bir göndermedir.