- Vuslat Çamkerten ile Söyleşi: “Anlatmak İstediğim Hikayeler Dilimi Belirler” - 4 Haziran 2022
- Beş Maddede Şehrin “Öteki” Yakası: Toz Bezi (2015) - 5 Mayıs 2021
- The Maltese Falcon (1941): Kötünün Aydınlık Tarafı - 4 Nisan 2021
- Nesimi Yetik ile Söyleşi: “Hep Kazanırsın Ey Çözümsüzlük” - 20 Ekim 2020
- Eylem Kaftan ile Kovan (2019) Filmi Üzerine Söyleşi: “İnsan Her Şeyden Önce Kendisine Yabancı” - 28 Eylül 2020
- Ceviz Ağacı (2020): Babanın Aynasında Kendini Görmek - 23 Ağustos 2020
- Kafanın Kafa Olmaya Devam Ettiği Sanat Pratiği: Masklar ve Çocuk Sanatı - 3 Temmuz 2020
- Ressam Beşir Bayar ile Söyleşi: “Her Dönem Kendi Sanat Dilini Oluşturur” - 12 Nisan 2020
- Kısa Film Önerisi: Karganın Aşınan Gagası (2019) - 25 Mart 2020
- Captain Fantastic (2016): Nike, Bir Zafer Tanrıçası Mıdır? - 9 Ocak 2020
1929 Ekonomik Buhranının uzantısında oluşan güvensizlik ortamını Amerikan edebiyatındaki dedektif hikâyelerinin de etkisiyle sinemada temsil eden film noir ya da kara film, yarattığı karanlık dünyayı gündelik hayatın tekinsizliğinden miras kalan insanlarla doldurur. Kimin doğruyu söylediği bilinmez, kötülük her yerde kol gezer, yalanlar hikâyeyi sürekli başka bir yöne doğru sürükler. Güçlü ve kötü kadının emrindeki erkekler veya her biri birbirinden başarısız, siyahlar içindeki yalın erkekler derken film noir dediğimiz türün olmazsa olmazları da siyasi ve sosyal hayatın bir uzantısı olarak netlik kazanır.
The Maltese Falcon (1941), anti kahramandan, femme fatale karakterden ve kötü adamlardan ayrı düşünemeyeceğimiz bu türün gereklerini eksiksiz uygularken, biçimsel estetiği de eksiltmez. Finalde demir parmaklıkların ardına hapsolacak kadını öncesinde asansör parmaklığının gölgesine hapsetmesi, sert ışık kullanımıyla kontrasta düşkünlüğünü her sahnesinde hatırlatması, karanlık şehir manzaraları, dedektifin ağzında durmaksızın tüten sigaraları ile The Maltese Falcon, Humphrey Bogart, Peter Lorre ve Mary Astor’ın estiği, Bogart’ın dedektif rolüyle ayrıca fırtınalar kopardığı film noir kültü bir yapımdır. Hızlı diyalogları ve düşmeyen temposuyla gizemi her daim yüksek tutan film, bir siyah şahin heykelciğinin peşindeki onlarca kişinin yalanlar, entrikalar, kadınların kurduğu tuzaklar neticesinde hayal kırıklıklarını ve aldatılmalarını işler. İşin içinde bir de dedektif Sam Spade’in hem suçlu hem sorumlu olduğu cinayetler silsilesi vardır.
Ta İmparator Şarlken dönemine dayanan hikâyesiyle Malta Şahini, Malta şövalyelerinin Şarlken’e bağlılıklarını göstermek için gagasından kuyruğuna dek değerli taşlarla bezedikleri bir heykeldir ancak heykeli taşıyan gemi İspanya’ya giderken yağmalanmıştır. O gün bugündür kayıp olan heykelin etrafı siyah bir cilayla kaplandığı için gerçek değeri anlaşılamamıştır. Şahin heykeli, iyinin ve kötünün görünür/görünmeyen yönlerini imlemesi, gündelik hayatın saklı, aldatıcı kısımlarını temsil etmesi sebebiyle de film boyunca ana rolde yer alan obje, anlatının MacGuffini‘dir. Öte yandan dedektifle örtüşen özellikleri mevcuttur. Öyle ki Humphrey Bogart’ın hayat verdiği dedektif karakteri ne siyah ne de tam anlamıyla beyazdır. Kurnazdır, mantıklıdır, yardım eder gibi görünür ancak ortağının karısı dahil bir sürü kadınla da ilişki yaşar. Tıpkı Malta Şahini gibi kıymetli olduğu kadar belirsiz, gölgelerle dolu, köşeleri olan bir karakterdir.
Kara filmin ayırıcı unsurlarından birisi de “karmaşa”nın eleştirel söylem içinde yer bulmasıdır. Karakterler vasıtasıyla toplumun ruh hâlini okumaya çalışan izleyici, hayal kırıklığı ve yabancılaşma yaşayan anti kahraman ile umutsuzluğun gücünü yakalar, filmdeki keskin gölgelerle de bunu bilinçaltı düzeyinde anlamlandırır. Her filmde kadının güçlü ve bağımsız oluşu ise İkinci Dünya Savaşı sonrası sefil, ekonomide ikinci planda duran erkeklerin bir portresini çizmek adına kullanılır. Amerika’nın 1920’lerin sonundan itibaren yüzleşmek durumunda kaldığı umutsuzluk, çöküntü ve yozlaşma hâlinin 1940’larda The Maltese Falcon filmindeki yansımaları, iyi ve kötünün, aydınlık ve karanlığın sürekli iç içe geçmesi, film boyunca kimin hangi tarafta olduğunun bir türlü anlaşılamaması şeklinde aktarım bulur.
Son tahlilde diyebiliriz ki özlenen aydınlık günlerin hayalinin bir metaforu olan “rüyaların yapıldığı maddeden” yapılma “Malta Şahini” hem kara filmi, hem Bogart efsanesini, hem John Huston’ı başlatan bir ilk olarak sinema tarihinde çok önemli bir yere sahiptir.
Not: Bu yazı ilk defa Rabarba Şenlik sinema dergisinin Aralık 2017 tarihli, 10. sayısında yayımlanmıştır.