Demiryollarının Üzerinde Kurulan Ülke ABD: Hell on Wheels

Alpaslan Paşaoğlu Hakkında

Uzun zamandır konargöçer bir Egeli olarak İstanbul'da yaşamaktadır. Radikal, Fil'm Hafızası, Cineritüel, Havayolu 101 başta olmak üzere çeşitli mecralarda yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca belgesel ve farklı kategorilerde senaryo çalışmaları bulunmaktadır.

Geçtiğimiz yıl finalini yapan AMC’nin yüksek bütçeli dönem dizisi Hell on Wheels (Yürüyen Cehennem, 2011-2016), klasik western anlayışını erozyona uğratan, türdeşleri arasında belki de ilk kez lirik ve masalsı anlatıdan uzak durarak kovboy (sığır çobanı) meselesinin aslı ile izleyicisini yüz yüze getiren kapsamlı bir proje. Ve tabii ki bir çuvala doldurduğu ABD tarihini, ipe bağladığı bir atın ardından sürüklemekte.

Yıl 1865. ABD’nin büyük kalkınma hamlesi yurdun dört bir yanını demir ağlarla örme projesinin hemen başındayız. Fakat hemen öncesinde biraz ABD’deki siyasi ortamı anlamak gerek. Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını 1776 yılında kurtarmış ve henüz bir asrı bile doldurmamış ülke topraklarında ulus bilinci oluşturma çalışmaları demokrat Kuzeyli eyaletlerin güdümünde. Nüfus hâlihazırda tüm coğrafyada 32 milyon. Bu popülasyonun %68’i ise ülkenin üretim ve istihdam gücünü elinde tutan yine Kuzey’de* ikâmet etmekte.

Güney eyaletlerinin İngilizlerle olan ticari ilişkileri yani pamuk vererek karşılığında İngilizlerden Afrikalı köle almaları, üretken Kuzey eyaletlerini tedirgin eden bir durum. 1860 yılında Başkan seçilen Kuzeyli Abraham Lincoln’ün ise köle ticaretine ne kadar karşı olduğu herkesin mâlumu. Nitekim hem Lincoln’e hem de temsil ettiği Kuzey’in etik değerlerine karşı olan İngiliz yenici Jefferson Davis komutasındaki Güney, 1861 yılının Güney Carolina’sında İç Savaş’ın fitilini ateşleyerek 1863 yılının Temmuz ayında yapılan “Gettysburg Muharebesi”ne kadar ülkeyi yangın yerine çevirecektir.

Tam da bu dönemde oluşan otorite boşluğundan faydalanan çetelerin, ülkenin önemli noktalarını yönetecek büyüklüğe ulaşmasını Martin Scorsese Gangs of New York (2002) filminde çok detaylı tasvir etmişti. 1 Ocak 1863 tarihinde köleliğin kaldırılması teklifinin parlamento tarafından onaylanması ancak 31 Ocak 1865’de yasalaşabilmiş, dizide de Güneyli Beyazların köleliğe dair alınan kararların pratiğinde olmadıkları hikâye boyunca defaatle gösterilmiştir. Günümüze baktığımızda da tek düze milliyetçi bakış açısının hâlen Güney’de daha yaygın olduğunu, Cumhuriyetçi Parti’nin baskın oy oranından idrak edebiliriz.

Siyahilerin hukuk mücadelesini anlatan Selma (2015) filminin müziklerini John Legend ile birlikte yaparak Oscar ödülüne ulaşan siyahi rapçi Common; dizide canlandırdığı Elam Ferguson karakteri ile de şarkılarındakine benzer bir Oscarlık etkiyi bu sefer Güneyli beyazlar üzerinde vermeye çalışıyor. Elam’ın, gelecekte demiryollarının kalbini oluşturacak ve gerçekte de vâr olan Cheyenne kasabasının şerifliğine kadar yükselmesi, dizinin kalem tutan ellerinin, Kuzey’in etik değerlerine yakın olduğunu teşhir etmekte. Fakat Elam kendisine verilen bu büyük payenin altından kalkamayıp psikolojik olarak çıldırma noktasına gelerek hiçbir insani kazanımın kolay olamadığını bizlere gösterecek. Elam, akli melekelerini test eden beyaz fahişe kadın ile kurmaya çalıştığı ilişki ile siyahilerin kölelik dışı bir hayatta sudan çıkmış balığa dönebileceğinin resmi. Yerliler (Kızılderili) tarafından istismar edilip mobilize bir demiryolu işçi kentinde herkesin kullanımına atılan beyaz fahişe kadın ile siyahi şerifin radikal birlikteliği; Beyaz ABD’nin bir siyahi tarafından yönetilmesi hazmının ancak 2009 yılında Obama tarafından gerçekleştirilecek sürece uzanacağın ilk izleri. Lincoln’ün Güneylilerin marifetiyle bir suikast sonucu ölmesine sebebiyet veren bu ırk meselesi Hell on Wheels’ın lokomotif konularından birisi.

Fakat hikâye aslında Lincoln’ün ölümünden sonra Kuzey’in ve sonrasında da ülkenin iktidarına gelecek olan General Ulysses Grant’ın ABD’nin dört bir yanını demir ağlarla örme hayaliyle başlıyor. Bu hayal ülkeyi adeta bir “mozaik!” gibi bir arada tutacak ve yeni iş kolları/istihdam yaratacaktır. İşte erken dönem kapitalizminin ilk ayak sesleri.

Tüm dünyada aynı yıllarda demiryolları ve bayındırlık projeleri üzerinden benzeri kalkınma propagandaları verildiğini biliyoruz. Mesela Osmanlı Devleti’nin 1860’ların başında bir İngiliz şirketine verdiği İzmir-Aydın hattı ile ilk demiryolu projesini başlatması ve akabinde 1865’de Nafia** Nezaretini kurması bu işe ne kadar ehemmiyet verdiğinin göstergesi. Askeri birliklerin hızlıca sevk edilebilmesi, toprakların merkeziyetçilikten ziyade yerinde idare edilebilmesi, ticaret yollarının daha işler hâle sokulması gibi sebepler 2. Abdülhamid’in nasıl aklını kurcalamaktaysa, ABD’de de Başkan Grant’ın aynı düşünce ve kaygıları taşıdığını görüyoruz. Asıl soru bu altyapıyı kimin kuracak olması?

Kendi coğrafyamızda bu işler bilindiği üzere yabancı kaynaklar vasıtası ile yapılmaya başlanmış. Abdülaziz 1872 yılı Şubatında Alman mühendis Wilhelm Von Pressel’i “Asya Osmanlı Demiryolları” Genel Müdürlüğüne atayarak 4670 kilometreyi bulması planlanan projeyi, Belçikalı bankerlerden Baron de Hirsch’in fonlamasına müsaade etmiş fakat neticesinde ancak 2000 kilometrelik bir demiryolunun yapımı sağlanabilmiş. Hem de 99 yıllık bir imtiyaz hakkı karşılığında.

ABD’de ise Başkan Grant’ın bu işi Massachusets doğumlu Thomas C. Durant ve Kuzeyli Martin Delaney isimleri arasında paylaştırdığı görülüyor. Dizinin de bu isimlerin gerçek hayattaki karşılıklarına bağlı kalarak ilerlediğini belirtelim. Günümüz için bu karakterleri bir nevî var oldukları ülkelerin tüm sermaye olanaklarında tekelleşmeye çabalayan holdingler olarak hayal edebilirsiniz. Thomas C. Durant her ne kadar Kuzeyli dostları olsa da bir Güneyli olarak köleliğin kaldırılmasına pek aldırış etmeyen ve aldığı ihaleyi tamamlamak uğruna işçi haklarını hiçe sayan Kapitalizm timsali. Siyahiler ve o dönem göçmen statüsünde olan İrlandalılar membaın başını çekmekte. Kızılderililer ise kendi özerk alanlarına girilmediği takdirde demiryolu projesine çok müdahil olmayan aşiretlerden oluşuyor.

Ülkedeki İç Savaşın otorite boşluğundan yararlanan, Cumhuriyetçilerin tabiri ile “Kızılderili”, aslî olarak ise kıta Yerlilerinin “western” filmlerinde kötü gösterilmesinin referansı olarak bu dönem ki yağmacılıklarına bağlandığı görülüyor. Hâlbuki onların yaşam alanlarını ilk kez talan edenler, Amerika’ya kıta dışından gelen günümüz yerlilerinin geçmişteki sömürgeci büyük dedeleri.

Martin Delaney tarafında ise taşeron hizmeti Çinliler tarafından verilmekte. Yani günümüzde ülkemize sığınan Suriyeli mültecilerin bir nevi tezahürü. 1850-1864 yılları arasında Çin’de Hong Xiuquan’ın; sefalet içinde kalan köylü, işçi ve madenci sınıfını yanına çekerek dini altyapılı Taiping Cennet Krallığı Devrimi’ni gerçekleştirmesi, 20 milyon Çinlinin ölümüne yol açtığını hatırlamalıyız. Dizideki taşeron Çinli işçiler ise işte Çin İç Savaşından kaçanlar olmakla birlikte Xiuquan’ın düşmanı ve sömürgecilerle işbirliği içerisinde olan Qing hanedanı da ABD’ye Çin imparatorluğunu temsilen bir sermaye grubu olarak girmeye çalıştığı da ilk yıllar.

Bir tarafta taşeronların elinde yükselen vahşi kapitalizmin mihmandarı ABD, diğer bir tarafta da kurulan yeni dünya sisteminin azılı tedarikçisi Çin ve tabii ki tüm senaryoların bir yerinden pırtlayan Birleşik Krallık’ın etrafında dönen bir masal izliyoruz.

Peki bunca paradigmanın ortasında yer alacak bağımsız ve idealize bir karakter olmamalı mı? İşte tam da burada karşımıza dizinin başrolü olan Cullen Bohannon (Anson Mount) yani Polat Alemdar çıkageliyor. Yani üstün insan tarifine uyan, az konuşan, çok icraat yapan er kişi. Kısacası her ABD’linin ruhunu okşayacak kadar örnek ve gerektiğinde de sorumluluklarının bilincinde olacak bir vatandaş modeli. Kendisinini eskiden Güney’in varlıklı bir çiftçi ailesinin mensubu olduğunu ilerleyen sezonlarda öğreniyoruz. Eşini ve çocuklarını yitirmesine sebep olan İç Savaş, barışçıl bu adamı bir ölüm makinesine çeviriyor ve Albay payesiyle Güneyli birliklerin arasında askeri bir kahraman hâline dönüştürüyor. Nitekim savaşı Kuzeylilerin kazanması onu birden idam suçlusu hâline düşürerek, hayatta kalabilmek adına bir gangster olma yoluna itiyor.

Hayatta kalmak için gangsterlikten yasal bir hayata kavuşması gerektiğini bilen Bohannon, öncelikle büyük baron Thomas C. Durant’ın, sonrasında ise Martin Delaney’in projelerine nüfuz ederek ülkedeki demiryollarının tamamlanmasında baş aktör ve hatta Başkan Durant’ın da en güvendiği adamlarından birisi olacağı uzun ve dikenli yolculuğuna başlıyor. Bohannon’un gözünden aslında, tüm muhatapları içeriden gözlemleme ve ilgili dönem ABD tarihine yakından tanıklık etme fırsatına erişiyoruz. Dinin sermaye vasıtası olarak kullanılmasını Bohannon’un Mormon bir kadınla yaptığı evliliği sayesinde ve ayrıca dönemin baskın gücü, sözde peygamber Aaron Hatch üzerinden izliyoruz. Günümüzde bile ABD devletine vergi vermeyen tek topluluk olarak bilinen Mormonların bu bağnazlıklarının arkasında yatan materyal bağlantılarını takip ediyoruz. Tabii bu noktada The Swede (Christopher Heyerdahl) karakterinin de önemi yadsınamaz.

The Swede, hem Bohannon’un kötücül tarafını ortaya çıkaran bir şeytan fısıltısı, aynı zamanda da içine girdiği her ortamda iyilik-kötülük kavramlarının sınırlarını zorlayan dizinin tinsel betimleme gücü. Ruth karakteri ise birebir mensubiyeti verilmese de sonradan dindar olmuş bir Protestan vaizin kızı. Vaiz baba, gençliğinde alkolik ve saldırgan bir karakter iken geçmişini ardında bırakmaya çalışarak dine sarılıyor fakat yıllar ne kadar geçerse geçsin karşısına kızının çıkması ile hesaplaşmadığı geçmişi onun en büyük sınavı oluyor. Bu baba-kız karşılaşması aslında birebir söylenmesede Evangelist olduğunu anladığımız Ruth’un, içinde bulunduğumuz kirli dünyanın tek temiz yürekli kişisi olabileceğini fısıldıyor. Tabii aslında Evangelizmin diğer İsevi mezhepler arasında itibarını yukarı çeken de bir karakter! Fakat Ruth da bu düzende çok fazla tutunamayacak, sermayenin girdiği her yerde olduğu gibi inancının özünü kaybetme korkusu ile intihar edecektir.

Anson Mount as Cullen Bohannon and Colm Meaney as Thomas ‘Doc’ Durant – Hell On Wheels _ Season 4, Gallery – Photo Credit: James Minchin III/AMC

2. Abdülhamid, Sultan Abdülaziz gibi demiryolu projelerine meraklı olan bir diğer sultan Abdülmecit’in de odalarını tren resimleriyle süslemesi ile Başkan Grant’in hayallerini süsleyen bu domino etkisinde Bohannon karakteri, iki baron arasında azılı bir rekabet başlatarak, ABD’nin aslında sermaye güçleri ile arasındaki ekonomik dengeleri daha o günlerde nasıl kurduğunu görüyoruz. Osmanlı Devleti’nde ağırlıklı olarak*** İngiliz Demiryolu Şirketlerinin kurduğu hatlar boyunca devlet ormanlarının, bütün madenlerin ve taş ocaklarının hiçbir bedel ödemeksizin üst yüklenici İngilizlere kullandırılması gerçekliği karşısında; dizide de benzeri bir kazanım durumu söz konusu. Bohannon ise iki baron arasında adil olmaksızın kurulan bu düzenin en azından dengeleyici kişisi olarak ortada durmaya çalışıyor.

Dizinin yönetmenleri Gayton kardeşler adeta bir Coen Brothers performansı göstererek temiz bir kariyer sayfası açıyorlar kendilerine. Cullen Bohannon karakterini canlandıran Anson Mount ise ucuz Hollywood aksiyon yapımlarının içinden keşfedilerek yıldızını parlatan ödüllük bir performans sergiliyor. Senaryo, realize bir Amerikan tarihi yansıtırken her kesime temas etmeye çalışması, tarafsız olma gayretinin bir göstergesi. Amerikalı çok sayıda dizi eleştirmeni, yapımda Clint Eastwood’un Unforgiven (1992), Robert Altman’ın McCabe and Mrs. Miller (1971) ve Jim Jarmusch’un Dead Man  (1995) filmlerinin etkisinin görüldüğünü savunuyorlar. Evet, yer yer bu filmleri anımsatan sahneler olduğunu kabul etmek gerek. Kezâ HBO yapımı Deadwood (2004-2006) dizisi ile de benzer yanlarının olduğu da aşikâr. Upton Sinclair’in  “The Jungle” ve Cormac McCarthay’nin “Blood Meridian” kitapları, senaryo temeli oluşturulurken Gayton kardeşlerin referans aldığı eserlerin arasında gelmiş. Müzikler ise ödüllü müzisyen Gustavo Santolalla’a ait. Kendisi bir röportajında Türk müzik enstrümanları ve onların çıkardığı seslerden çok etkilendiğini belirtmiş. Dizide de bu olanaklardan faydalandığını söylemiş.

Anson Mount as Cullen Bohannon – Hell on Wheels _ Season 5, Episode 1 – Photo Credit: Chris Large/AMC

Hell on Wheels dizisi için her ne kadar gelmiş geçmiş en iyilerden birisi iddiasında bulunamasam bile yine de kişisel ilk on dizim arasında bir yere konumlarım. Yazımızı dizinin kapitalist baronu Thomas C. Durant’ın şu sözleri ile tamamlayalım:

“Bundan yüz yıl sonra bu demiryolu, kıtanın köprüsü olduğunda ve Amerika dünyanın gördüğü en büyük güç hâline geldiğinde bayağı bir insan olarak hatırlanacağım. Bir cani, bireysel kazancı için yalnızca aç gözlülükle hareket etmiş birisi olarak. Bu doğru. Evet, çok doğru. Ama şunu sakın unutmayın. Ben olmadan yani benim gibiler olmaksızın o görkemli demiryolunuzu ve bu ulusu asla inşa edemezdiniz…”

*Kuzeyi temsil eden dönemin flaması, aynı zamanda günümüzün ABD bayrağıdır.

**Bayındırlık

***Akademik verilere göre, 1890 yılı Osmanlı’sında, toplam demiryolu yatırımlarındaki sermayenin % 18.8’i Fransız, % 50.6’sı İngiliz, %22.4’ü Alman ve % 8.2’si diğer ülkelere aittir. Bu oran daha sonraki yıllarda Fransızların lehinde değişmiştir.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.