
- Ikea Yol Ver: Dünya bir Mağaza Değildir - 26 Şubat 2020
- dip not* Cahit Zarifoğlu - 7 Haziran 2019
- 366. Günü Arayan Sagopa Kajmer - 2 Haziran 2019
- Müslüm (2018): Sen En Acı Duyguların Hâmisisin - 11 Aralık 2018
- Bir Terhisin Ertesi: Full Metal CEKET - 20 Eylül 2018
- Bu Hikâyede Sen Varsın: Zamanın Kanatları – 2 - 22 Haziran 2018
- Bu Hikâyede Sen Varsın: Zamanın Kanatları – 1 - 25 Mayıs 2018
- Yaşamak Umrumdadır: Açlığa Doymak (2012) - 26 Kasım 2017
- Diri Bir Sabahın Arkasına Saklanan Gece: Awakenings - 31 Ekim 2017
- Asghar Farhadi’nin Forushande’sine Yakılan Aforizma - 29 Eylül 2017
“Dünya tarihi, sınıfların mücadelesinden ibarettir.”
Karl Marx
Biyografik sinemanın, hayatın gerçeklerinden beslenen anlayışın somut bir ürünü olduğunu Lev Troçki’nin yaşamından bir kesitin anlatıldığı Troçki Suikasti (The Assassination of Trotsky, 1972) filminde daha iyi anlıyoruz. Ömrünün nihai raddesinin ne gibi güçlüklerden geçtiğine baktığımız Troçki’nin, kelimeleri kekeme bırakan bir kurgunun içinde gerçekle hayalin çatışmasında hayat bulmasına tanık oluyoruz.
Sinema sanatını, yayında ve yapımda emeği geçen insanın edindiği derdi, izleyiciyle paylaştığı bir etkinlik olarak düşünürsek; gişe için, ya da salt para kazanmak için yapılan işlerin dışındaki yapımların da bir derdi olduğu ve bu derdin dile gelmesinin de yetmeyip, uzunca bir ortak tarih anısının kalıcı tazeliğinin yazıldığını görüyoruz bantların satırlarında. “Kanıtlanmış olanları gerçekleştirmeye çalıştık, kesin olmayan bilgileri ise ucu açık bıraktık.” ifadesi tam da gerçekle kurgunun kesiştiği yere yazılmış bu cümle ile başlatıyor filmi. Konu, Troçki’nin son sürgününü geçirdiği Meksika’daki yaşamı ile ilgili. Troçki, Marksist fikirlere gönül vermiş, ömrünü proleterya birliğinin gerekliliğine harcamış ve safiyane sosyalizm fikri güden fakat “En sosyalist benim!” diyen bir sosyalist. En önemli aktörlerinden biri olduğu 1917 devriminin çok uzağında bırakılmış, fikirdaşlarınca yabancılaştırılmış ve hayatına büyük bir çelme takılmıştır. Marx’ın bahsettiği sınıf mücadeleleri, Sosyalizm fikrine gönül vermiş teorisyenler ve devlet adamları arasında da yaşanmıştır. Bolşevik devriminin liderlerinden Lenin dünyaya veda edince, Stalin zapturaptı başlamış ve Troçki mücadelenin kaybeden tarafı olmuştur. Öteki kavramı bu kez, kendi topraklarında kendi fikirleriyle def edilip, sürgünde öldürülecek Troçki’nin hayat oyununda sergilediği role biçilen bir senaryo olmuştur.
Stalin, evrensel refah vaat eden bir anlayışın egemenliğinde halka kıtlık yaşatmakta, birçok insanın ölümüne sebep olmaktadır. Tarihin, Fransız Devriminde oynadığı ironik sınıf mücadelesi rolünün burada da tekerrür ettiğini gören Troçki, proleterya devriminin, proleterya diktatörlüğüne dönüşeceğinden korkmaktadır. “4. Enternasyonel kurulmalıdır,” der Troçki, fakat filmde Stalin’in ne yediği ne içtiği pek gösterilmediği için onu, Troçki’nin hayali düşmanı olarak görürüz. Filmde izleyicinin tutkalı olan bir boğa güreşi sahnesi vardır. Ancak birkaç matador tarafından idare edilebilen bir boğa ve onun öldürülmesi görüntüleri, Troçki’nin katledildiği bir filmde bize tek başına savaşan bir insanı ifade eder. Fakat Troçki’nin eşi her zaman yanında olmuştur; yani salt yalnız değildir. Yine de yakınları tarafından güvensizlik hissiyle her gün ölüyordur.

Şaşırtıcı Bir Zulmün Bireysel Sonuçlarından Biri
“Bütün dünya işçileri birleşin!” diyen bir felsefeden türeyen tahmin edilemez ve şaşırtıcı bir zulmün bireysel sonuçlarından biridir Troçki. Kış Uykusu’ndaki (2014) aydın karakteri gibidir. Yalnızdır. Yersiz, yurtsuz ve etrafındakilerden fikren oldukça uzakta ve ulaşılmaz bir noktadır. Diğerleri arasında ve bütün içinde onu yalnız kılan bu farklılıkları, aslında kendisini baskın bir öteki yapmıştır. Baskın öteki, iktidar sahibi olan ötekidir. İktidar sahibi olmayan öteki ise fikri azınlıktır. Aslında, ötekinin iktidarı adalet olmalıdır. Burada kendimle çelişiyor gibi görünsem de mesele aslında şu: “öteki, iktidar, adalet” üç temel kavram. Öteki, haklarını elde edemeyen ve adalet isteyen bir “toplumsal açık” olarak bakar bize. Adalet, insanın hukuk diye somutlaştırdığı ve doğa koşullarında güçlünün güçsüz üzerindeki yaptırımları şeklinde vücut bulmakta, iktidar ise adalet dağıtma iddiasında bulunan meşru güç kullanma otoritesidir. Bu şekilde düşündüğümüzde, kendini öteki hisseden bir insanın iktidarla kurduğu bağ ile kendini iktidar kabul eden insanın öteki ile kurduğu bağ arasında farklılıklar vardır. Aydın, bulunduğu ortamda iktidarı kendinden menkul hisseden baskın öteki, Troçki ise iktidarın haksızlığına uğradığını düşünen zayıf ötekidir. Fakat zihni ve fiili olarak ikisinin de bir öteki hâli yaşadığı kesindir.
Öteki’nin iktidarı adalettir. Adalet yerine salt iktidar hırsıyla yaşamak, bir “Öteki” grubu azınlık yapacaktır. Azınlığın yaşadığı mahrumiyet ise Öteki’nin yaşadığı ayrım hissini psikolojik anlamda Öteki’de bir adım öne bırakacaktır. Öteki ve berikiden ziyade “Bütün”e baktığımızda, insanın vatanının neresi olduğu zaten insanlık tarihinin onulmaz tartışmalarından biridir. Toprakların insanlığa bıraktığı göç mirasından hafızamıza kazınan söz tam da; “İnsanın doğduğu yer değil doyduğu yer vatanıdır.” şeklindedir. Doymak yalnızca mide ile ilgili bir kavram değilken ne tür bir doyum, ne tür bir özlemdir bu ifade edilen mesela? Ya da sürgünde olan bir insan, uzak olarak nereyi addetmiştir? Peki uzak nedir ? “Kendinin bile ücrasında yaşayan benim için gidilecek yer ne kadar uzak olabilir?” diyen İsmet Özel düşerken aklıma; Stalinist ve Troçkist tarihin insanlığa çizdiği sınırlar ve ironik ipler çekildikçe, ana konuya girizgâh yapıp aksine coğrafi ve sınıfsal sınırları kaldıran Marx’ı şöyle bir hatırlatmak gerekir.