
- Ikea Yol Ver: Dünya bir Mağaza Değildir - 26 Şubat 2020
- dip not* Cahit Zarifoğlu - 7 Haziran 2019
- 366. Günü Arayan Sagopa Kajmer - 2 Haziran 2019
- Müslüm (2018): Sen En Acı Duyguların Hâmisisin - 11 Aralık 2018
- Bir Terhisin Ertesi: Full Metal CEKET - 20 Eylül 2018
- Bu Hikâyede Sen Varsın: Zamanın Kanatları – 2 - 22 Haziran 2018
- Bu Hikâyede Sen Varsın: Zamanın Kanatları – 1 - 25 Mayıs 2018
- Yaşamak Umrumdadır: Açlığa Doymak (2012) - 26 Kasım 2017
- Diri Bir Sabahın Arkasına Saklanan Gece: Awakenings - 31 Ekim 2017
- Asghar Farhadi’nin Forushande’sine Yakılan Aforizma - 29 Eylül 2017
İstanbul’da doğdum ben. İstanbul’da yoruluyorum. İlk vuruşları hep kalabalık bir aile’de (evet kesme işareti var çünkü aile özel bir meseledir), kalabalık bir mahallede, kalabalık bir sınıfta duydum kalbimde. Sonra yaşlandığım yerin büyük ve kalabalık bir şehir olduğunu fark ettim. Yani büyüyordum ve kalabalıklaşıyordu kafam, üç numara kaşınıyordu da. Konuyu dağıtmadan yürüyemedim hiç, çünkü tek bir noktaya odaklandığında acı duyamama hissi insanı uyuşturur bu ülkede. Akşam eve geç kaldığında bir tokat yersin (mecazi bir ağrı), büyürsün. Ödevini yapmadan gidersin okula bir tokat daha büyürsün. Sonra, büyüdüğün hayatın kendisi bir tokat şeklinde yapışır yüzüne. Üstelik insanlar hiçbir zaman rüzgârın kopardığı yaprak kederi gibi masum değildir! Sözgelimi, “herkes” kavramı parçalarına ayrılmaya başlanır. Saçlarından başlanır insanların başkalıkları. Uzun saçlı çocuklara pek rastlamadım mesela çocukken. İlkokul, ilk yalnızlığın resmi! Resmi bir ilk yalnızlık. İlk başka. İlk Atatürk mesela, ilk çerçeve, İstiklal Marşı, “Türküm, doğruyum!” olmalıydım yani. Biz, herkes, hepimiz, annem, babam, bakkal, işçiler… Ellerimiz de Türk müydü? Biz bağırırken en doğru bendim. Şaka yapan Kürt çocuklara neden gülemiyordum? “Kürdüm doğruyum…” neden komik gelmedi bana? Demek “biz”’de bir sorun vardı. Biz değildik biz, hep başkalarıydık. Öğretmenler öğretmen olarak doğmuş gibiydi. Günlük hayatta rastlamıyordum onlara. Başkalarıydılar! Okulda Allah denilmiyordu. Denilmeli miydi bilmiyorum. Denilmeliydi! Okulda Osmanlı’yı kötülüyordu öğretmen. Evde öğretmenin dediklerine şaşırıyordu annem! Çok uzak bir yere gider gibi gidiyordum okula. Bu hissi, Gazi mahallesi’ne gittiğimde, daha doğrusu bindiğim belediye otobüsü hattının güzergâhı, Gazi mahallesinden geçerken yineledim. Herkes ne kadar bir başkası oluverirdi bir an. Yanıbaşımızdaki komşu mahalleydi oysa Gazi. Neden bu kadar uzak peki? Seçim yapmıyorum, şekilci değilim, aklıma geleni düşünüyorum, “öteki” ile ilgili. Peki “öteki” kim? Kimin gözündeki “öteki” yani? Bir aydının mı, bir imamınki mi daha beriki? Evrensel alt kesişim kümesinin çizgileri nereden geçmekte?

Ben Sana Ağaçların da Üşüdüğünü Anlatmış Mıydım?
Kış Uykusu (2014), ilk dinleyişte kulaklara üflediği soğukluğun arkasında uykunun konforu ile ilgili detaylar fısıldar insana. Kim kış uykusuna yatar? Bunun mecazi hikmeti hangi soruların cevaplarından oluşur? Bir insan neden inziva düşünür? Maddi gücü kuvvetli olana; ülkenin en güzel, gösterişli yahut çeşitli bilgi kaynaklarına ve gözlem malzemelerine yakın olabilecekken neden uzak olmayı tercih ettirir? Çağrışımların zihne kattığı zenginlik, yazıyla görünürlük kazanır. Filmin baş karakteri, aydınımız, bir aydın olma tutkusunu iyi bir aydın olamamanın kibri içinde eritmiş olabilir. Kış uykusu esaslı ve kusursuz bir küs uykusudur! Karakterin kış uykusu metaforuyla ilişkilendirilme biçimi, onu bir kasabaya hapsetmek olarak değil; onu, kendi akli yorum dünyasının doymuşluğunu sindirmek için o kasabaya çekilmiş gösterir.
Öteki’nin solmaz ve hep taze kalan kaderinin adeta resmi olarak yalnızlık; romantize edilebilecek şiirselliğinin dışında, bize enkazdan yapılmış bir geçmiş sunar karakterleri üzerinden. Aydının kaldığı köydeki insanların hayatlarıyla temas ediş biçimi, kendi hâlinde yaşayan insanların yaşamlarını anlamaya çalışan bir üst yaşamın diplerdeki heyecanıdır bir bakıma.
Evrensel alt kümeyi oluşturan değerler Kış Uykusu filminde camın kırdığı taşla açığa çıkmaktadır. Kırılan her zaman cam değildir! Taş’ın neden camdan nefret edecek kadar onun üzerine geldiğini anlamak, filmimizin çabasıdır. Çocuk ise suskun bir çırpınıştır. Baba, imam efendi, konuşan çaresizliktir. Aydın, bir çare gibi görünen biçâredir. İmam efendinin kardeşi, başı olmayan bir bela çukurunda üzerine atılan kumları hakaret olarak algılamaktadır. Oysa bir çizgi film karesi, çocuklara sorulan bir bilmece kıvamında, huzurlu hayat yaşama fırsatlarını değerlendirme lüksünü elinin tersiyle iter. Ateşin üstünde yanan paralara içimiz acımış, çekilen ızdırapların, maddi kayba bakışı körleştirdiğine tanık olmuşuzdur. Bizi üzen, ötekini üzmemektedir. Ayrıldığımız nokta bu! Aydını üzen kardeşini, kardeşini üzen aydının eşini üzmemektedir. İnsanlığımızın farklı bileşenleri, kendini gerçekleştirme güdüsüne dayanan bir etkileşim silsilesidir. Aydının gördüğü ve anlatmaya çalıştığı bir “gerçek”tir, fakat bu, kendisinden hem yaşça hem de madden ve lisanen küçük eşini çileden çıkartmıştır. İnsanlığımızın farklı bileşenleri bizi alt karakteristik elemanlarına götürür. Aydın, baskın bir karakter gibi görünür. Kendisinin yardımcısı, kız kardeşi, eşi ve diğer köylülerin fikren hür düşünceleri, taşları yerinden oynatabilecek bir kudret gibidir fakat ortaya konan ötekilik babında aydın karakterini merkeze almıştır. Kendini “en”’lerde gören insanın varabildiği son noktada, kendisinde kalmıştır aydın!

Filmin izleyiciyi bir mandal etkisiyle kendine tutturduğu kırılma noktalarından biri; aydın ve kardeşinin uzun diyaloğudur. Birbirlerine tahammül edemediklerini, birbirlerinden haklı ve haksız insanın ortak yaşam, ortak geçmiş, ortak gelecek sancısı içinde aslında ne kadar başka dünyalardan beslendiklerini görünce, izleyici de karakterlerle birlikte içini dökmüştür. Evet, hepimizin etrafında her gün neden yalan söylemek zorunda hissettiğimiz birlikteliklerimizin olduğunu düşündürmüştür bu diyalog. İzleyenlerin içinde uzun ve karşılıksız sorular sordurmuştur. İlgili olmadığı bir dünya ile ilgilenmeye çalışan “aydın”ın kibri, fakir bir çocuğun başını okşarken bir zenginde de görülebilirdi.
Fakat, evrensel kümeye ait olan değerler iki karakteri aynı anda haklı addetmemize sebep olur. “Tüm” içinde “tek” olan aydın, “tüm”ün diğerleriyle kurduğu ilişkilerde tek tek öteki ile bağlantısızlığına kurban olmuştur. İmam, Batı’nın oryantalist anlayışının bir özeti gibi girmiştir filme. Hikâyenin kroşelerinden biri de, aydının dini çıkarımlarından yakalamaya çalıştığımız kesimsel kimliğidir. Ancak kendi yazıları için kullanma isteğini göstererek, aslında klasik ve topraklarının halklarıyla bağ kuramayan, yarım kalmış Türk-sol entelijansiyanın üzerine bir toprak atma hâlidir.
Türk sinema tarihinde izlediğimiz karton karakterler yerine gerçekten saf bir arabulucu olan “yerli”nin “aydın”la mücadelesi, zaman zaman “aydın” olanın üstünlük kibrinden utanmasını teşhir etse de, imam’ı küçük görmekten hiçbir zaman kurtulamaması, kendi eşi üzerinde aslında yüzde yüz kusurlu üst bakışının yanlışlığını defaatle hatırlatır. Eski kırsal Yeşilçam örneklerinde görülen; para, kadın ve makamdan hoşlanan dini tipoloji yerine, okumuş-yazmış bir düşünüre saygı gösteren vasat bir köy imamına evrilir. Ayak kokusu yüzünden ezilen imamın, aydın nezdinde pencereyi bir kaçış öğesi olarak kullanması yaralayıcıdır. Ülke topraklarının genelinde bizi birbirimizden ayrı düşüren fikri dünya; düşünsel yansımaların dinden bağımsız noktada sonuçsuz bir karmaşaya götürdüğü gerçeğidir.

Gündelik siyasetin ve reel politikanın aradığı çözümlerin püf noktası, bu topraklar üzerinde yaşayan insanların dinle kurduğu ilişkide yatar. Dini hayat formunu görmezden gelen bir çözüm işlemeyecektir. Tarihimizde; milletlerin, kabilelerin, aşiretlerin, beyliklerin, ailelerin, toplulukların, birbirine çizdiği sınırlardan çok, birleştikleri noktaların altı çizilmiştir. Yapılan her yeni tanım bizi biraz daha ayırmıştır. Aydın ve imam efendinin etrafında sembolize edilen iki ayrı dünya yürüyüşü, birbirleri arasındaki derin farkın yakınlaşmasıyla duraklayacaktır.
Aydın, kışın yapraksız kalmış bir ağacın üşümesini çağrıştırmıştır bana. Çünkü yaşıyordur ağaç fakat, hareketsiz kalmış, kolu kanadı kırılmış ve sesini duyuramayan bir sakinlikle beklemektedir baharı.