- Her Yaştan Okuyucunun Kendisinden Bir Parça Bulacağı 10 Çocuk Kitabı - 23 Nisan 2021
- Sevginin Z Raporu: Sanat Koleksiyonlarında Sevgi Temalı Eser İncelemesi - 10 Şubat 2021
- David Copperfield’ın Çok Kişisel Hikâyesi (2019): Dickens ile Iannucci’nin Çağları Aşan Uyumu - 25 Eylül 2020
- Hep Aynı Yaşta Kalacağımız Filmler [Liste] - 17 Mayıs 2020
- Sanat Tarihinden Hayvanlar Alemine Uzanan Çocuk Kitapları - 22 Nisan 2020
- Geçtiğimiz Yılın Gölgede Kalan Başarılı Ana Akım Filmleri - 13 Ocak 2020
- Düşük Bütçeli Yüksek Sohbetli Hikâyeler: En Başarılı Mumblecore Filmleri - 1 Aralık 2019
- Ayn Rand ve Bencilliğin Erdemi: Neden Bencil Olmalıyız? - 24 Kasım 2019
- Dijital Çağda Faust ve Mephisto’nun Bir Araya Gelişi: Being Faust – Enter Mephisto - 21 Kasım 2019
- Yürüyün, İster Dağların Üstünde İster Ormanın İçinde: Yürümenin Felsefesi - 26 Mayıs 2019
İnsanın merhamet, şefkat, sevgi ve adalet gibi temel duygularını yitirmesi, zulmü araç olarak kullanması ihtimalinin kapılarını açan bir felakettir. Köklü duyumsamalardan biri olan zorunlu göç ve savaş gibi toplumsal meselelerin temelinde işte bu yoksunluklar başrol oynarken, Turgut Uyar “…Bu böyle nasıl bir bahardır/Bütün sürgünlerin lahana olarak hesaplandığı….” [1] mısraları ile araya girer. Normalleştirilen acıların, zaman tarafından insanı duyarsızlaşmaya iteklemesi, huzurun Kalamış’ta geçen bir şarkıda sıkışıp kalmasına sebep olur Türkçede. Eksik hikâyelerin insanları sarar her bir yanımızı. Kimisi çocukluğunu yaşamamış, kimisi yanlış bir evlilik yapmış, kimisi istemediği bir konunun eğitimini almış, kimisi istemediği bir savaşın piyonu olmuşken yakalanabilir hayata. Yarım kalmışlık, devam eden sürecin tamlaması olabilir mi? Yani yaşamın her anında tetikte beklercesine, insanı huzursuz kılan bir hâlden bahsediyoruz.
İşkence, tecavüz, ölüm, hastalık, ötekileştirilme v.b. Daha büyük ölçekte ise soykırım, zorunlu göç, savaş, doğal afetler, bulaşıcı hastalıklar ve terör… Kısaca bireyden topluma varan travmatik olaylar silsilesi, topluluk için bir anlamlandırma çabasına yol açmakta, topluluk kimliklerinin yeniden tanımlanmasını gerektirmektedir. Ayrıca, “Kişisel travmalarda ortaya çıkan yara ve acı hislerine karşın, milli ya da kültürel travmalarda ortadaki olgu, derin bir anlam ve kimlik kaybı, sosyal dokuyu zedeleyen bir yırtılma, bir raddeye kadar birliktelik sağlayabilmiş bir grupta amaçsızlık ve şüphe hislerinin uyanması olarak”[2] tahlil edilir.
Meseleyi biraz daha somutlaştırırsak, Suriye’de yaşanmakta olan trajik korku masalının, ülkesini terk etmek zorunda kalan kitleler oluşturması. Irak, Afganistan, Orta Afrika, Somali dahil. Her geçen günün ölü sayısı, bir önceki gün ile rekabet hâlinde. Duyurmakta ısrarlı, öldürmekte uslanmaz zalimler, kaç çocuğun hayallerini çaldı? “Kardeş payı yapmak için mi uzattın süngünü elimdeki elmaya…” diye sorar Sunay Akın.
Yeni Bir Yurt Edinmek & Ayrılığın Yurdu Hüzün
Tüm bu cümlelerimize, kendi coğrafi kesişim kümemizden bakan Enis Rıza Sakızlı’nın Ayrılığın Yurdu Hüzün (2001) ve Yeni Bir Yurt Edinmek (2006) belgeselleri ile set örmek gerek. 1922-23 yıllarının Yunanistan ve Türkiye’si arasında zorunlu göçe tâbi tutulmuş insanların yaşadığı mağduriyetleri gözler önüne seren bu belgeseller, dönemin tarihi hadiselerini yansıtırken “resmi tarih” kalıplarının da dışına çıkar. Yani ne liderlerin ihtişamlı hayatları ne de ülkelerinin zaferleri mevzu bahistir. Aksine, iki ülkenin çıkarlarını belirleyen karar alıcılarının, yüz binlerce insanı nasıl mağdur ettiğine tanıklık ederiz.
Ayrılığın Yurdu Hüzün belgeseli, Fethiye – Kayaköy’den ayrılıp Nea-Makri’ye yerleşen insanların hayat hikâyelerine, anılarına, hüzünlerine ve sevinçlerine ortak olur. Belgeselde kullanılan müzikler, ninniler ve eski fotoğraflar göçmenliğin en sinematografik hâlinde bile hüzün verir. Eserin başında gösterilen “mübadele belgesi”, bir kâğıt parçasının ne denli büyük acılara sebep olabileceğini gösterirken, her şeyin bir şeyle; bir şeyin ise bir belgeyle başlayabileceğini idrak ettirir. Diğer yandan, kameraya takılan bir kaplumbağanın, zamanın durduğu bu şehirde ileri doğru adım atan tek canlı olması tuhaflığını da hissettirir.
Yeni Bir Yurt Edinmek ise Ayrılığın Yurdu Hüzün belgeselinin bir devamı niteliğindedir. Eserin başında Türkiye- Yunanistan gençlerinin Kayaköy (Livissi) buluşması gösterilir. İki ülke insanının bir arada tekrar bulunabilmesi ve ortak yaşanmışlıkları tekrar paylaşabilmesi, bir Yunan’ın dilinden, “Bugüne kadar Türklerin bizim düşmanımız olduğunu düşünüyordum.” cümlesi ile ifşa olur. Bir yandan Kayaköy’deki Ayşe Teyze’yi, diğer yandan Nea-Makri’deki Vera Tzoumelea, Iro Silamianou ve diğerlerini dinleriz. Çakır Irine’nin satıp gittiği eşyaların, Maria’nın emanet edip gittiği çeyizin hikâyesi kulaklarımızda çınlar. Hüzün sadece gidenlere değil, geride kalanlara da aittir. İstenmediği için yurdundan giden insanın, vardığı yerde de aynı muameleye maruz kalması, Nazi işgalini yaşaması ve iç savaşa tanıklık etmesi ise bonus acılardır Nea-Makri’liye. Oysa gönüller, beraber çay içmek kadar masum, güneşin doğuşunu izlemek kadar huzur dolmanın idealindedir sadece.
Rana PAŞAOĞLU
[1] UYAR Turgut, Büyük Saat, Bütün Şiirleri, YKY , 2012, s. 434.
[2] KUMOVA Ceren. Travma ve Amerikalılık: Hollywood Sinemasında “11 EYLÜL”, Yüksek Lisans Tezi.