- Hikmet-i Hukuktan Yapay Zekâya - 4 Nisan 2020
- John Wick’in Arka Kapağı: Sadece Medeni Olmak İçin Ödenen Bedel - 18 Kasım 2019
- Kış Uykusu’nun Arka Kapağı: Sinema, Felsefe Fln… - 3 Ekim 2017
- Zerdüşt Henüz Olympos’tayken: Tragedya’nın Doğuşu’ndaki Dionysosçu Yargıya Dair - 28 Temmuz 2017
- Şurada Belki Bir Çatı Vardır, Göğü Kapatmayan Ama Başıma Yağacak Taştan Koruyacak Mesela - 22 Nisan 2017
Bu bir film analizi değildir!
Kış Uykusu’na (2014) dair söylenebilecek çok şey var; önemli bir kısmı benim haddimi aşar, bir kısmını ise ben şu an söyleme hevesinde değilim. Ben, kira geliriyle yaşayan entelektüele tutulmuş adamın biriyim. Film, işin bahanesi.
Dücane Cündioğlu’nun “Sinema ve Felsefe” adlı kitabının arka kapak yazısı “Sanat ve sanatçı mı istiyorsunuz, dua edin de belalar yağsın üzerinize gökten!” cümlesiyle başlıyor ve acının sanatı doğurduğunu kanata kanata anlattıktan sonra sanatın “Ölmemek için. Biraz olsun nefes almak için. Hakikatin kokusunu sırf sevgilinin saç diplerinden duyabilmek için.” olduğunu söyleyerek bitiyor. Ölmemek için sanat! Nietzsche’nin Yunan dehası dediği buydu sanırım. Hayata sanat yoluyla evet demek. Güzelce, “amor fati” demek. Bu elbette sanat için çile çekmek olarak okunduğu vakit Nietzche’nin yerin dibine soktuğu çileci ideallerden birine dönüştürür sanatı. Kastedilen acılarımızı yaratıya dönüştürmek ve sınırlara meydan okumak. Çelişki dolu yaşama evet demek yani trajediyi kabul etmek, trajik bir kahramana dönüşmek.
Sosyal medyadaki film severler gruplarına, şöyle iletiler geldiğini görüyorum sık sık: “Korkudan bu gece uyuyamayacağım bir film önerir misiniz?”, “Mutlu son olmayan bir film önerir misiniz?”. Kişiler nasıl hissetmek istediklerini söylüyor ve sipariş veriyorlar. Bu decadence hâl esas itibariyle Olympos’u kutsayan kaynaktan besleniyor gibi geliyor bana. Nasıl ki kendimizi bir perdeye yansıtıp izliyoruz ve bu iyi geliyor, Yunan da tıpkı bunun gibi kendine benzeyen tanrılar yarattı. Ve onlar tanrı oldukları için düşkün veya günahkar değillerdi, aynı bizim gibi yaşamalarına rağmen. Yani Olympos ile Atinalı kendini kutsuyordu. Lafı uzatmayalım, acıya teslim olmamak için sanat yapmak, acı-sanat ilişkisi benim anladığım kadarıyla böyle bir şey.
Sanat tutku ister, tutku acı getirir. (Nietzsche: Tutkular asla sözünde durmaz.) Şimdi şu Kış Uykusu‘ndaki baş karakter, sanatçı bir abimiz. Kendisinin söylediğine göre gençliğinde sıkıntı yaşamış ama biz onu otelinde, çayı önüne servis edilir, kiralarını elemanları toplar, o da entelektüellik yaparken tanıyoruz. Hakkını yemeyelim öğütlerinden biri de sürekli çalışmak lakin adamın konforu var işte arkadaş. Bizim gibi çakma entelektüeller de özenir durur böyle bir yaşama. Dağ başında kitaplarla dolu bir ev, internet bağlantısı, aylık düzenli gelir! Oh, mis. Olmuyor ama işte: Gül kokusu, gül; gül, diken demek. Mesela abi gençten manita da yapmış kendine ama sevgili olamamış, aile kuramamış. Ve filmin sonunda korktuğum başıma geliyor, bizimkisi bunu kabulleniyor. Bu dozda bir acıyla yoluna devam ediyor. Ne ileri gidiyor ne geri. Nerede kaldı sevgilinin saç diplerinden hakikati koklamak? (Film elbette olması gerektiği gibi bitiyor, mevzu o değil.)
Bizimkinin kadın kardeşi, çalışırken sırtından konuşan kadın, çoğu izleyiciye göre adamın vicdanı. Ben ise onu da diğer karakterler gibi olası yanılgılardan biri olarak gördüm. İnsanın tüm cahilliğine rağmen seçmek zorunda oluşu, özgürlüğün kapısının her halükarda hataya açılması… Özgürlük, bir şey olmak zorundalığı, benim için diğer tüm konular gibi bu da varlıkla alakalı lakin burada hâlâ ahlakın alanındayız. Şu iyilik meselesi. Kış Uykusu‘nu izlerken aklıma hemencecik Trier’in Dogville’i (2003) geldi. Sanki kadın kardeş Grace olmaya yelteniyor. Onun, bizimkinin vicdanı olduğu bakış açısında Grace olmayı öneriyor. Grace’in aksine kardeşin akıbetini tahmin ediyoruz sadece. Fakat bizimkisinin tercihini biliyoruz ve bu da yeterli. O İstanbul’a gitmemeyi, eşinin onu sevmemesini tercih ediyor, diğer tercihlerin ucundaki tüm olasılıkları öldürüyor.
Ölüm, her an, her dem, sürekli (belki). Ve ölmemek için yaratmak, hayata sanat yoluyla evet demek. Sanatçının ahlak tartışması. Ahlak tartışan sanatçıların ödüllendirilmesi. Yıldızlarının yükselmesi. Biliyorsunuz, edebiyatın köküdür edep. Ve bizden kimileri, bu yakınlığın yanıltıcı olduğunu sanatın, edebiyatın edep ile ilgilenmediği daha doğrusu böyle bir motivasyonu olmadığını bağıra bağıra söylerler. Sanat, yaratım önde gidendir, sınırları bozandır. Bu bağlamda hayvan hakları savunucusunun ahlak bekçiliği nafiledir zira Kış Uykusu’nda atın acı çekişi, tavşanın ölüşü onun tüm çığlıklarından daha etkilidir. Sanat, yerleşik ahlaki kuralları hiçe sayacak cesarete sahiptir, edepsizlik yapabilir, ahlakçılığımızla alay eder ve fakat yine de bu sırada ahlak sunar. Gel gelelim bugün sanat perde arkasından yapmıyor bu işi, bilakis perdeye yansıtıyor. Demek ki ahlakımız sınırlarına dayanmış.
Nasıl davranmalıyız? Nasıl eylemeliyiz? Ne yapmalıyız? Neyi seçmeliyiz? Hangi tercihte bulunacağız yani hangi olasılıkları öldüreceğiz? İşte bu noktada bin yıllardan bir ses ilişiyor kulağıma: “Felsefe ölüme hazırlanmaktır.”
Tragedya son buluyor artık benim için, çelişki seçişlerle birlikte siliniyor. Zira artık kurban var! Ve
“görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında…
-lâ ilâhe illallah-” bir şair daha ölür. Camiide tragedya olmaz, iki büyük değer arasında kalıp da bir seçiş yapmak zorundalığı söz konusu değildir: tektir o! En büyük acıdır, ayrılık. Öl, Sokrates, öl!
Yalnızca hüznü varmış ya kalbi olanın; gönül söyler ne yapmamız gerektiğini, yürekte yapacak cesaret olsun.
Nitekim, Cannes, falan: Tebrikler Türkiye, acımız ödüllendirildi!