
- Trump ve Joker’in Politik Paralelliğinde Anti-Kahramanlık Kronolojisi - 12 Ocak 2025
- Sinemada Nükleer Manyetik Rezonans: R.M.N., Romanya ve Sağ Popülizm - 22 Ocak 2023
- Deve, Cüce, Dev: Üç Belgeselde Finansal Krizler ve Sosyoekonomi Görüngüsü - 16 Ocak 2022
- Hırsız ve Ressam (2020): Hırsızı Anlamalı Mıyız? - 3 Ocak 2022
- Artırılmış Kültürel Gerçeklik: Çizgi Filmlerin ve Animasyonların Kültürel İşlevi - 17 Nisan 2021
- Renkli Sinema Döneminin Renksiz Şaheserleri - 11 Aralık 2020
- Ferit Karol ile Kumbara (2020) Filmi ve Bir Söyleşinin Ötesi: “Siz Geniş Zamanlar Umuyordunuz” - 28 Ekim 2020
- Timurtaş Onan ile Şehirlerde Kaybolmak - 10 Ağustos 2020
- Karl Talip Kara ile Söyleşi: “Kralların Tercihidir Yağlı Boya” - 28 Nisan 2020
- Ver Parayı: Memur Olma Amir Ol - 14 Mart 2020
Sir ünvanlı 79 yaşındaki Ridley Scott, Hollywood sinemasının modern mimarisini oluşturan mihmandar yönetmenlerden birisidir. Londra doğumlu bir asilzade olan Scott, ailesinin Birleşik Krallık’a hizmetlerinden dolayı adeta kraliyet mensubu bir birey olarak yetiştirilmiştir. İngiltere’de baskın olan İsevi mezheplerden Protestanlık ve krallığın bağlı olduğu Anglikan Kilisesi’ne rağmen, kendisinin, inanç tercihi konusunda çok renk verdiği söylenemez. Katoliklik ve Protestanlık arasında bir ara yol çizen, siyasi temelli ve tipik İngiliz insanını temsil eden pragmatist Anglikanizmin, Ridley Scott sinemasındaki izlerine ise sıkça rastlamamız, yine de şaşırtıcı olmasa gerek. Hollywood’un Yahudi sermayesinden oluşan özgül ağırlığından kaynaklı, kendisinin sinema külliyatı ile ilintili olarak konservatif bir insan olamayacağı ise aşikar. Teolojik konuların derinliklerine çok girmeyen, fakat ortaya Kingdom of Heaven’da (2005) gördüğümüz gibi objektif bir tavır koymaya çalışan, yer yer de gelecekten bizlere bildirimde bulunan yönetmen, İngilizlerin her taşın altından çıkan yapısının bir nevi sinemada vücut bulmuş hâli gibi.
İlk filmi The Duellists ile 1977 yılında Cannes Film Festivali’nden en iyi ilk film ödülünü alarak beyaz perdenin seçkinleri arasına gireceğinin sinyalini veren Scott, aynı zamanda gelecekte Gladiator (2000) gibi filmler çekeceğinin belirtilerini de göstermiştir. İkinci filminde sert bir tarz değişikliği yaparak Alien (1979) ile fantastik korku sinemasına adım atmıştır. Bilim kurgu türünde, görsel gerçekliğin realiteye uygulanabilirliğinin en kabul edilir örneklerini izleten Blade Runner (1982) filmi sayesinde ise bugün teknolojik anlamda dünyaya hükmeden Apple’ın ilk reklamlarını çeken yönetmen hâline gelmesi, kendisini belki de en üst lige taşımıştır.
Apple Macintosh ile teknolojik flörtünün paralelinde bilim kurgu çalışmalarını devam ettirmesi bir süre sonra bu alanda tıkanmasına neden olmuş ve Thelma&Luis (1991) filmi ile tekrar radikal bir tarz değişikliğine gitmiştir. Reklam dünyasında harikalar yaratırken Gladiator filmi ile Oscar kazanması, yüzünü tamamen sinema dünyasına çevirmesine yaramış ve peş peşe kült eserlerini verdiği en verimli dönemine girmiştir. Hannibal (2001), Black Hawk Down (2001), Kingdom of Heaven (2005), A Good Year (2006), American Gangster (2007), Body of Lies (2008) bu dönemin en önemli örnekleridir. Fakat tüm bu eserlerini incelediğimizde, Ridley Scott’ın stabil bir siyasi ve dini görüşü kullanmadan, bilinçli veya bilinçsiz yüzeysel çıkarımlarla oluşturduğu görsel bir dünyanın insanı olduğunu fark ederiz.

Tüm bu çıkarımlardan sonra, Exodus: Gods and Kings (2014) filmini ise nereye koymalıyız? İngilizlerin pragmatist yapıları ile de ilintili olarak İsrail ekopolitik ekseni nasıl koordine ettiğini gayet iyi biliyoruz. Hatta bazı hususlarda A.B.D ile İngiltere’nin arasındaki en büyük fikir ayrılıklarının da İsrail’e yönelik konular olduğu herkesin malumu. Ridley Scott’ın da önemli bir “Sir” olmasını göz önünde bulundurduğumuzda, tutmuş olduğu ipin diğer ucundaki insanlar da gözümüzde belki belirebilir.
Exodus; ruhani bir aydınlanma ve peygamberlik siyerinden daha çok, İbranilerin Hz. Musa ile birlikte var olma hikâyesini anlatan siyasi bir idea dünyası oluşturmaya çabalıyor. Zira, Hz. Musa’nın peygamberlik vasfını nasıl aldığı, kendi inancını tebaasına nasıl naklettiği ve dini adına Firavun’u ikna çabaları filmde hiç geçmeyen kısımlar. Görünüşte, Hz. Musa’nın adeta hızlandırılmış bir kursla peygamber olmasının –nitekim filmde kendisine peygamberlik atfedilmemekte aksine toplumsal lider ve komutan şeklinde hitap edilmektedir– seyir hâli hiç altı doldurulmadan anlatılmaktadır.
Görsel zenginlikten kafamızı kaldırdığımızda, konunun derinliklere dalması gerektiği yerde yüzeysel bir eksiklik olduğunu hissedebiliyoruz. Film adeta bizlere, “Siz zaten konuyu biliyorsunuz, o nedenle meselenin temel kısımlarını hatırlatmak maksatlı hızlıca bir geçelim, derhal görsel kısımlara gelelim!” şeklinde bir yaklaşım içerisindedir. Fakat o kadar başarılı bir görsel dünya izliyoruzdur ki aklımızda tüm bu eksiklikler yer etmemekte.
Halbuki Tevrat, İncil ve Kur’an’da Hz.Musa’nın peygamber olma süreci ve yine kendisinin Firavun’u doğru yola getirmeye çalışması detaylıca anlatılır, betimlenir. Hz. Musa’nın, inancı ve halkı için manevi savaşının bir altyapısı ve geçmişi elbette vardır. Fakat senaryo, dini bir meseleden çok Hz. Musa’nın peygamberlik vasfının İbranilerin nezdinde açığa çıkması ile Firavun’un onu, tahtını ele geçirecek bir aday olarak görmesi ve bu kaygı etrafında şekillenen bir düşmanlık meselesine dönüşüvermesi ile sınırlı kalıyor. Hz. Musa sanki krallıktan kovulduğu için Firavunla karşı karşıya gelen bir tiplemeymişcesine, peygamberlik vasıflarının çok sıradanlaştığı toplumsal bir figür hâline dönüşüyor.
Ridley Scott’ın, Firavun-Hz. Musa çekişmesini ön planda tutması, diğer tarihsel filmlerinde görmeye alıştığımız çift kutuplu karakter yapısının bir nevi devamı. Nitekim Gladiator‘de Maximus-Comodus kapışması, Kingdom of Heaven’de Selahaddin Eyyübi-Balian De İbelin mücadeleleri bunun en belirgin örneği. Hızlandırılmış öykümüzde, teolojik münakaşalara neredeyse hiç girmeden, direkt semavi felaketlere geçiyor olmamız filmi sürekli climax noktasında tutuyor. Halbuki Kur’an’ı Kerim’de Araf Suresi’nin 103. ile 160. ayetleri arasında belirtilen ve özellikle Hz. Musa’nın peygamberlik sürecini bize anlatan hadiselerin çok dışında şeylerin geliştiğini de söyleyemeyiz. Keza Tevrat ve farklı İsevi mezhep İncillerinde de tüm bu süreç hemen hemen aynı hadiselerle insanlığa aktarılır. Merak edenler ilgili semavi kitapları inceleyebilir.
Bu noktada kronolojik olmasa da Ridley Scott’ın Exodus öncesi Kingdom of Heaven’da yapmaya çalıştığı şey İslamiyet’i karalamadan Filistin/Kudüs davasının alt metnini çizmesi. Nitekim Kingdom of Heaven’ı Filistin coğrafyası konulu bir girizgâh filmi olarak kabul edebiliriz. Filmde Haçlıların barbarca zulmüne karşılık aklını kullanan Selahaddin Eyyübi’nin tüm Hristiyanlık alemine karşı galip gelmesi ve Kudüs’ü kontrolünde tutmaya devam etmesi, yine filmin iyi kahramanlarından İngiliz şövalye Balian De İbelin’a (Orlando Bloom) final sahnesinde şu sözleri söylemesi yeni filme yönelik bir reverans: “Bu toprakları almaya yine gelecekler, çünkü burası bizim evimiz!”
Film, hikâyenin ana çıkış noktası olan Hz. Musa’nın inanç görüsünün temellerine inmesi gerekliliğini doğururken siyasi bir çıkarıma gidilmeye çalışılması, şüphesiz senaryonun altını iyice boşaltan etmenlerden. Hz. Musa’nın Filistin topraklarına doğru yolculuğundan önce kardeşi Hz. Harun ile aralarında geçen “O topraklarda bizi işgalci olarak görecekler!” diyaloğu, bugünün Filistin davasında dengelerin bozulduğu bir İbrani tarafgirliği sunarak, boşlukta sallanıyor.
Filmin finalinde de Hz. Musa; Antlaşma/Ahit Sandığını (Hz. Musa tarafından, diğer kavimlerle antlaşma koşullarının ve On Emir’in yazıldığı iki taş levhanın içinde olduğu tahtadan sandık) beraberinde taşıyarak, Kenan iline yani Kudüs’e doğru gidiyor.
Ridley Scott filmin epik görsel unsurlarında da Tevrat’ın çok dışında kalarak, Hz Musa’nın eline asa yerine Firavun’un kılıcını tutuşturuyor, asasını da oğluna emanet ediyor. Denizi yarmak için kılıcı rastgele denize fırlatıyor, denizi iki taraflı değil tek taraflı olarak bölüyor ve deniz med-cezir şeklinde geri çekiliyor. Mitsel yenilikçi metaforik sahneler dini bilgilerle çelişiyor. Tanrı’nın elçisi, ‘İngiliz’ aksanıyla konuşan bir çocuk oluveriyor. Belki de Ridey Scott, “İngiltere”yi; İsrailoğulları ve Tanrı arasındaki koruyucu hami ya da elçi olarak görüyor.
Nitekim kendisi, Katolik bir dünya karşıtı olduğunu Gladiator‘de bizlere kanıtlamıştı. Protestanlık-Yahudilik ilişkilerinin de daima ilintili olduğu tarihsel okumalar da sık karşımıza çıkan bir olgu. Zira Katolik bir dünyanın yarattığı Haçlı Savaşları, Scott’ın zihninde de Kudüs davasına olan haklılığı kaybettirmiş olabilir. Tam da bu noktada Anglikanist Krallık idea olarak bu davanın haklılığını belki de tekrar kazandırabilir.
Filmde Christian Bale’in oyunculuğu diğer filmlerine nazaran sönük. Ramses’i, Tom Hardy’li Warrior filminden bildiğimiz Joel Edgerton oynuyor. Yan rollerde ise Oscarlı Ben Kingsley İbrani bir manevi lider olan Nun’u, John Turturro ise Firavun Seth’i oynuyor. Fazla bir rol almayan Kingdom of Heaven’ın Selahaddin’i Ghassan Massoud ise Firavun Ramses’in Baş Veziri olarak görülüyor. Filmin görüntü yönetmeni Dariusz Wolski Karayip Korsanları serisinin temel taşlarından. Sonuç itibariyle, güzel bir masal izlemek istiyorsanız yanılıyorsunuz; Exodus bugünün gerçek acılarını aklamaya çalışan siyasi bir yüzeysellik örneği.
(*) Exodus: Musa Peygamber zamanında Musevilerin Mısır’dan çıkışları; Eski Ahit’te ikinci kitabın ismi. Türkçede “Mısır’dan Çıkış” olarak da adlandırılır.