
- The Rover (2014) ve “Çöküş” Üzerine - 14 Şubat 2022
- Begin Again ve Once: İmkânsız Karşılaşmalar ve Yarım Kalan Aşklar - 13 Nisan 2021
- Kısa Film Önerisi: Actor Seeks Role (2015) - 24 Ocak 2021
- Stanley Kubrick ve Bir Auteur Filmi Olarak A Clockwork Orange (1971) - 22 Eylül 2020
- Vampirler ve Ölümsüzlüğün Dayanılmaz Ağırlığı: Only Lovers Left Alive (2013) - 14 Haziran 2020
- Gone Girl (2014): Bir Tuhaf Evlilik - 6 Mayıs 2020
- Üçüncü Yenilerden Melodiler - 7 Eylül 2019
- Bir Radiohead Hikâyesi: Creep Neden Hâlâ Önemli? - 30 Ağustos 2018
- Kadın Vokallerin Yükselişi: İz Bırakan 11 Şarkı - 27 Haziran 2018
- Yönetmen Kadın Sette Nasıl Var Olur?: Onun Filmi (2018) Üzerine Söyleşi - 7 Nisan 2018
Öğrenciliğimin son senesinde, 22 senelik yaşamımda ikinci kez yurt dışına çıkmıştım. Bilmediğim bir diyarda, dilini konuşmadığım insanların arasında tam 4 ay boyunca yaşayacaktım. Korkuyla heyecan bir aradaydı. Neler öğrenecektim, nelerle karşılaşacaktım, hiçbir fikrim yoktu. Prag’da geçirdiğim günler bana çok şey öğretti, tarihlerinde bizim tanımadığımız acıları görmüş ama sonunda özgürlüklerine kavuşmuş, büyük bir geleneği omuzunda taşıyan bir toplumla tanıştım. Ama o günlerde beni en çok etkileyen deneyim Çek topraklarında değil, bir arkadaşımla birlikte Polonya’ya geçtiğimiz gün yaşandı. Soykırım benim için bir kelimeden, bir konseptten ibaretti o güne kadar. Ben yeryüzündeki cehennemi 2009 senesinde, Polonya’nın Oświęcim isimli bir kasabasında gördüm. 1940 yılında Naziler bu kara deliği inşa ettiklerinde ise ismini Auschwitz koydular.