Vampirler ve Ölümsüzlüğün Dayanılmaz Ağırlığı: Only Lovers Left Alive (2013)

Mustafa Koca Hakkında

86 yılı martında dünyaya gelmiş, üniversite eğitimini Anadolu Üniversitesi Sinema Televizyon Bölümü’nde almıştır. Bugüne kadar tiyatro ve film setlerinde asistanlıktan senaryo yazarlığına kadar birçok alanda çalışmış olup, şu an "film terziliği" diye tabir ettiği kurgu alanında faaliyetlerini sürdürmektedir. Ayrıca farklı mecralarda sinema üzerine analiz ve eleştiri yazıları yayınlanmıştır.

Eğer izleyeceğimiz bir vampir filmiyse hepimizin aşağı yukarı beklentileri bellidir; kan, korku, karanlık, gerilim, ölüm, ölümsüzlük, aksiyon ve seksapel… Vampir anlatılarının hem beyazperde hem de televizyon için yapılmış sayısız örneğiyle karşılaştık bugüne kadar. Bu süreklilik içerisinde tüm yapımlardan biri her zaman janrın sevenleri tarafından ayrı bir yere koyuldu. Neil Jordan, Ann Rice’ın romanından uyarladığı Interview with the Vampire: The Vampire Chronicles (Vampirle Görüşme, 1994) filminde seyirciye oldukça farklı bir dünya açtı. Bu filmde vampirler sadece kana susamış korkunç yaratıklar olarak değil, ölümsüzlüğün, güneş ışığını bir daha göremeyecek olmanın buhranını hisseden, geçen yüzyıllara ayak uydurmanın imkânsızlığını kavrayan yani kısaca “farklı” olmanın ıstırabını çeken “insanlar” olarak karşımıza çıktılar.

Only Lovers Left Alive (2013) ise bu deneyimi daha da ileri taşıyıp kafamızda oluşturduğumuz “vampir filmi” yargılarını kırmaya yelteniyor adeta. Bir yanda kendini toplumdan soyutlamış, Detroit’in terk edilmiş mahallelerinden birinde yalnız yaşayan bir müzisyen Adam (Adem), diğer yanda Tanca’nın gizemli atmosferi içerisinde kendine özgü bir yaşam alanı kurmuş Eve (Havva) var. Yüzyıllardır hayatta olan bu çiftin elbette bugünün dünyası ile kurduğu ilişki de kendine farklı yollar bulmuş. Daha filmin başlarında hem Adam’ın hem de Eve’in yaşam alanlarını görme fırsatı buluyoruz. Adam deyince gözümüzün önüne plaklar ve plak çalarlar, eski tip bantlı kayıt aletleri, 60’lardan kalan elektro gitarlar, tüplü bir televizyon ve daha niceleri geliyor. Eve ise kitaplarla var oluyor; kitaplar, farklı diller, sözcükler… Bir de eski bir dostu var tabii, John Hurt’ün canlandırdığı Marlowe (ki filmin sonunda büyük bir sürprizle bizi şaşırtıyor, Shakespeare sevenler anlayacaklar).

Peki ayrı kıtalarda yaşayan bu antik çift birbirleri ile nasıl iletişim kuruyor dersiniz? Tabii ki bugününün teknolojisini temsil eden bir Apple (elma) iPhone aracılığı ile. Jim Jarmush’un yaptığı bu ince espri anlayanları gülümsetecek cinsten. Adam, varoluşsal bir bunalım içerisinde; çevresinde yaşayan herkesi birer “zombi” olarak tanımlıyor, adeta yaşamın anlamını yitirmiş gibi bir ölümsüz olarak intihara olan takıntısı da gözümüzden kaçmıyor. Hikâyemiz de Eve’in bu bunalımı filmin hemen başında tanık olduğumuz görüntülü telefon görüşmesinde fark etmesiyle başlıyor. Eve apar topar Adam’ı ziyaret etmeye karar veriyor. Kıyafetlerinden çok vazgeçemediği kitaplarını bavuluna yerleştirip yola çıkıyor. Bu sırada kendilerine bu kadar izole bir yaşam seçmiş vampirlerin günümüz hayatında nasıl hayatta kalabildiklerini düşünürken cevabı bize Adam veriyor, eski zamanlarda türdeşlerinin uyguladığı yöntemin aksine cinayet işlemeden hayatını sürdürebilmek için bir doktorla anlaşmış olduğunu ve belli aralıklarla ondan kan tedarik ettiğini görüyoruz.

Adam ve Eve’in tekrar bir araya gelmesi de birbirini çeken iki atomu anımsatıyor. Sanki hiç ayrı kalmamışlar gibi aşk, gizem, seks, edebi ve felsefi tartışmalar, hepsi tekrar canlanıyor. Ama bu sorumluluk sahibi ve âşık iki vampirin huzurunu kaçıracak denklemin eksik parçası çok geçmeden kendini gösteriyor. Eve’nin şımarık, sorumsuz ve aynı zamanda onlar gibi vampir olan kardeşi Ava birden çıkageliyor ve hikâyemiz bambaşka bir yöne savruluyor.

Sistemi Sorgulamak

Düşük temposuna rağmen takipli ve yaratıcı çekimleriyle, Tilda Swindon ve Tom Hiddleson’ın müthiş performanslarıyla, keskin diyaloglarıyla ve Jarmush’un kendi müzik grubunun (Yasmine Hamdan’ın harika şarkısını da unutmamak gerek) müthiş müzikleriyle filmin yakaladığı atmosfer bizi sıkı sıkı kavrıyor ve sonuna kadar da bırakmıyor.

Only Lovers Left Alive bize sadece bir hikâye anlatmakla kalmıyor, bir yandan yaşadığımız  dünyada kurduğumuz sistemin bizi ne hâle getirdiğine dair önemli sorular da soruyor. 2008 ekonomik krizinden sonra Detroit’in geldiği hâli, terk edilmiş mahallelerini, otoparka dönüşmüş eski tiyatrolarını gezdiriyor bize. “Zombileşmiş” insanı, bizzat kendi gözlerimizle görmemizi sağlıyor. Ne yazık ki kurtuluşu temsil eden Tanca’nın gizemini izlerken, filmin oryantalizmin sınırına kadar geldiğini inkâr edemiyoruz. Sonlara doğru ise aşkın kuantum teorisiyle, hayatın ve ölümsüzlüğün kendisiyle özdeşleştirilmesi bizi duygusal anlamda bir doruk noktasına taşıyor.

Hayatlarımızın işleyişi de biraz kuantum teorisinin işleyişine benziyor. Elimizde iyi kötü çalışan formüllerimiz var, kanıtlayabiliyoruz, sonuç alabiliyoruz ama neden çalıştığını bir türlü anlayamıyoruz. Aklımızın ilkel çalışma şeklinden olsa gerek, anlamak için her şeyi kategorileştirip mantıklı bir düzeleme oturtmaya çalışıyoruz. Siyah beyaz normlarımız var, bozulmaz kurallarımız, geçilmez çizgilerimiz var. Ama her şey sandığımızdan daha karmaşık değil mi? Aşk sandığımızdan daha karmaşık değil mi? Ya hayat?

Filmin başından kalkarken aklımdan tam da bu düşünceler geçiyor. Jim Jarmush Only Lovers Left Alive ile farkını ortaya koyup genelde korku janrının bir kolu olarak görmeye alıştığımız vampir konulu filmleri bambaşka bir platforma taşımayı başarıyor.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.