- The Rover (2014) ve “Çöküş” Üzerine - 14 Şubat 2022
- Begin Again ve Once: İmkânsız Karşılaşmalar ve Yarım Kalan Aşklar - 13 Nisan 2021
- Kısa Film Önerisi: Actor Seeks Role (2015) - 24 Ocak 2021
- Stanley Kubrick ve Bir Auteur Filmi Olarak A Clockwork Orange (1971) - 22 Eylül 2020
- Vampirler ve Ölümsüzlüğün Dayanılmaz Ağırlığı: Only Lovers Left Alive (2013) - 14 Haziran 2020
- Gone Girl (2014): Bir Tuhaf Evlilik - 6 Mayıs 2020
- Üçüncü Yenilerden Melodiler - 7 Eylül 2019
- Bir Radiohead Hikâyesi: Creep Neden Hâlâ Önemli? - 30 Ağustos 2018
- Kadın Vokallerin Yükselişi: İz Bırakan 11 Şarkı - 27 Haziran 2018
- Yönetmen Kadın Sette Nasıl Var Olur?: Onun Filmi (2018) Üzerine Söyleşi - 7 Nisan 2018
Animal Kingdom’ın (2010) yönetmeni David Michôd, kendi yazıp yönettiği The Rover filminde Guy Pierce ve Robert Pattison’ın da başarılı performanslarıyla sıkça karşılaştığımız post-apokaliptik filmler serisine derin bir bakış getiriyor.
Eğer içinde yaşadığımız toplumun kuralları küresel bir çöküş sonucu bir anda işlemez hâle gelse ne olurdu? Bankalar çalışmaz, kanunlar işlemez, su, petrol ve elektrik bulunamaz, bugünkü hayatımızı kontrol eden en önemli etken, para, bir kâğıt parçasından başka bir şey ifade etmez hâle gelseydi ne yapardık?
Son on yıldır tam da bu meseleyi işleyen birçok yabancı film ve diziyle karşılaşıyoruz. Özellikle 2001 yılında Dünya Ticaret Merkezi’ni hedef alan 11 Eylül saldırıları ve 2008 yılında patlak veren ekonomik kriz küresel anlamda büyük etki yarattı. Elbette bu etkinin sinemaya ve her gün evimize misafir olan televizyon dramalarına etki etmesi kaçınılmazdı. Bu kültürel etkinin sonucu olarak dünya sineması her yıl karşımıza farklı felaket senaryoları içeren apokaliptik ve post-apokaliptik filmler çıkardı. The Rover da kendine bu meseleleri dert edinmiş bir Avustralya filmi.
The Rover, alışkın olduğumuz aksiyon dolu felaket filmlerine benzemiyor. Film, “çöküş” gerçekleştikten on sene sonra başlıyor. Seyirciye açık edilmese de bunun ekonomik bir çöküş olduğunu tahmin etmek zor değil. Bu noktadan itibaren çöküşün sebeplerinden çok bizi kurallarla birbirimize bağlayan ve adına devlet ve toplum dediğimiz o kurumların kontrol mekanizmaları ortadan kalktığında bireyler olarak ne yaparız, hayata bakışımız nasıl değişir, bu kurumlar olmadan “insanlığımızı” koruyabilir miyiz sorularıyla başbaşa kalıyoruz.
The Rover, bir felaketten yola çıksa da aslında varoluşsal bir yol filmi. Western filmlerini hatırlatan bir manzara ile karşılaştığımız filmde, Avusturalya’nın çölleri varlık ve boşluk üzerinden bir karakter tarifi sunuyor adeta. Filmin ana karakteri Eric’i (Guy Pierce) tanımaya başladıkça, boş vermiş, amaçsız, varlığını boşluğa temsil etmiş bir adam olduğunu anlıyoruz. Her şey, başı belaya girmiş kişilerin arabasını çalmasıyla başlıyor. Eric, vakit kaybetmeden arabasının peşine düşüyor ve bu arayış sırasında konu edinilen coğrafyanın nasıl bir felaket içerisine girdiğini görüyoruz. Terk edilmiş evler, iflas etmiş dükkânlar, benzinsiz istasyonlar, yokluk… Eric, arabasını bulmak için adam öldürmekten dahi çekinmiyor. Seyirci ise kendini “maddi hiçbir şeyin anlamı kalmadığı böylesine bir dünyada bu araba neden bu kadar önemli?” diye sorarken buluyor. Eric yolculuğunun henüz başlarında silahla vurulmuş Rey’i buluyor. İlerleyen dakikalarda bu gencin, arabasını çalan hırsızlardan birinin kardeşi olduğunu anlaması ile hikâyeye yeni bir düğüm daha atılıyor. Rey ise kendisini ölüme terk eden abisiyle yanındaki silahlı yabancı arasında kalıyor ve ne yapacağını bilemiyor. Sonrasında hem Eric hem de Rey hayata kattıkları ve sonra kaybettikleri o anlamı geri bulmak için bu yolculuğu beraber sürdürüyorlar. Başta birbirlerini sadece çıkarları için kullansalar da yol boyunca yaşadıkları, birbirleri hakkında öğrendikleri aralarında bağ kurulmasına neden oluyor, birbirlerinde kendilerini buluyorlar.
Sonunun nereye varacağını bilemediğimiz ve film boyunca bir anlam atfetmeye çalıştığımız kovalamaca, sonunda bizi afallatan bir sürprizle sonlanıyor. İki saatlik yolculuk sonrasında insan doğasına ve yaşam motivasyonuna dair, gerçekte birbirimize verdiğimiz değere ve bizzat insan olmanın ne demek olduğuna dair sorularla filmden ayrılıyoruz.