
- Çavdar Tarlasında Bir Münzevi: J. D. Salinger - 21 Şubat 2022
- Bir Ikea Dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu: “Büyük” Ülkeler, “Küçük” İnsanlar - 29 Ocak 2019
- Bir At Bara Girmiş: Temel İsrail’de - 1 Ocak 2019
- Perihan Mağden Romanlarında Küçük Bir Gezinti - 17 Ağustos 2018
- Tek Dert Bu Olsun Serisi: Az Görülen Sinema Duyarları - 17 Şubat 2018
- Kan ve Gül: Mazideki Mutluluğa Dönmek İstemek - 9 Haziran 2017
- Soğuyunca Acımaya Başlar: Medea Restoranda - 22 Nisan 2017
Albert Camus’nün Adiller (Les Justes) oyununda siyasi bir cinayet işlemek isteyen bir ekip, kendi aralarında kurbanı tanımadan öldürmenin nasıl mümkün olacağını tartışırlar. Aşağı yukarı “Belki onun yüzünde bir leke görürüz, sabah çocuklarıyla oynadığı kahvaltıdan kalma, o zaman onu öldüremeyiz,” derler. İnsan olarak tanımadan, yüze bile doğru dürüst bakmadan fikirler üzerine suikast tasarlamaya kalkarlar.
Neil LaBute’un Ölüler Diyarı, Bir Mutluluk Anı ve Karmakarışık adlı üç kısa oyununu sahneye taşıyan Soğuyunca Acımaya Başlar’ın ikinci hikâyesi; “büyük aksiyonu” baltalayan hayatın içerisinden böyle bir minik detay seçiyor. Bir kadın kocasını, mısır gevreği yerken süt kâsesine kravatını değdirdiğini görerek aldatmaktan vazgeçiyor. Hâlihazırda defalarca aldatmış bir kadın olsa da âşığıyla yapacağı yolculuğu, biletler bile alınmışken iptal ediyor. Bu hikâye; hayatlarımızdaki ertelemelerin, söyleyememelerin, en olmayacak anlarda en olmayacak şeylere takılıp kalmaların temsili olması noktasında etkileyici.
İlk hikâyeye ise dramatik bir ezber damga vuruyor. Kahramanlar, A yolundan gidecekken B yolundan gidiyorlar. “Kürtaj olma diyecektim ama müdürle saçma bir yemek yemeseydik”… Bu, “az daha kalsaydı” hikâyesi, yine büyük kararları baltalayan küçük olaylar veya aksilikler zincirinin bir parçası. Ancak kürtajı “kâğıt kesiği” gibi tanımlaması haricinde herhangi bir yönü akılda kalmayacak sanıyorum.
Soğuyunca Acımaya Başlar’ın üçüncü ve son hikâyesi, restoranda geçen bir modern Medea yorumu. Gazetelerdeki üçüncü sayfa haberlerinin nasıl gerçekleştiğini gösteriyor. Üçüncü şahısların, diğerlerinin başına gelmesine alışık olduğumuzdan kendimize -asla- kondurmadığımız olayların bir anda aktörlerine, aktrislerine dönüşmemiz, müthiş bir tekst ve yerinde oyunculukla aktarılıyor.
Aslında LaBute’un tekstinde Medea sözcüğü geçmiyor, sadece “Antik Yunan tragedyaları” denilerek gizli bir anıştırma yapılıyor. Bu ipucu sahnelemede kullanılıyor. Fakat diyaloglar o kadar akıcı ve eğlenceli ki bu restoranda sıradışı bir an yaşanamayacağı hissediliyor seyir anında. Dolayısıyla final apansız çarpıyor, metni bilmeyenleri veya herhangi bir duyum almamışları şok eder şekilde.
Bu üç orta sınıf veya beyaz yakalı orta yaş sevgili hikâyesinde ne geliyorsa kadınların başına geliyor. Kendilerine sunulanlara karşı verdikleri tepkiler, oyunların sürükleyicisi. Erkekler ne yaptıklarının farkında olmadıkları bir sele kapılmış, yalan-yanlış davranışlarla sürüklenirlerken kadınların payına düşen, sonuçlarla yüzleşmek oluyor. Tabii bilindik tüketim toplumu eleştirileri, “çok tüketiyoruz, alıştırıldık diye tüketiyoruz” gibi yan öğeler de var ama ağırlıklı olarak ilişkiler üzerine yazmış LaBute. Tiyatroperest ekibi tarafından Şerif Erol rejisi ve Necati Türker ışık tasarımıyla sahneye uyarlanmış.
Son derece doğru bir tercihle sade bir reji var. Hatta neredeyse okuma tiyatrosu tadı veriyor. Metin böylece doğru duyuluyor, iyi anlaşılıyor. İlk hikâyedeki ışık oyunlarının dozu bile fazla sayılabilir. Üç çifti de Özlem Zeynep Dinsel ve Onur Özaydın canlandırıyor. Oyunculuk açısından tekstin ona açtığı alanı, o delirme hissini; bakışları, ses tonu, gülüşü ve beden diliyle sakınmasızca yağmalayan Özlem Zeynep Dinsel’i biraz ayırıyorum, çok etkilendim. Erkekteki duraksamalarda, teklemelerde, açıklama yapması gerekirken saçmasapan mazeretlerle geçiştirmelerde Onur Özaydın da başarılı; fakat bu ikilide, sadece metin kaynaklı olmadığı hissedilen bir tür kimya eksik.
İlişkilerdeki bu eksiklikler, LaBute’un beslendiği yer, aşağı yukarı tüm hayatta var sanıyorum. Zaten her şey tam olsa geriye ne edebiyat, ne sanat kalacak. O zaman da “her şeyin tam olmasının ne demek olduğunu” sorguluyor olacağız ve yeniden edebiyata, sanata, tiyatroya sarılacağız.