Çavdar Tarlasında Bir Münzevi: J. D. Salinger

Salihcan Sezer Hakkında

İstanbul’da doğdu ve yaşıyor. İstanbul Üniversitesi İnşaat Mühendisliği’ni bitirdi. Deneme, öykü ve oyunlar yazıyor; hâlen Balat Monologlar Müzesi’nde bir kısa oyunu sahneleniyor. Ben, Cuma isimli oyunu NoAct Sahne iş birliğiyle oynanmaya devam ediyor.

Çavdar tarlasında nereye gittiğini bilmeden koşturup duran çocukları, uçurumun kenarında bekleyip yakalamak isteyen bir genç vardır. Daha on yedi yaşındadır. Zekâ, öfke, hırs, masumiyet, acı, arzu… Hayat doludur. Göl donunca ördeklerin nereye gittiğini merak eder. Bir işi iyi yaptıktan sonra gösterişe kaçtığınız için, iyi yapmamaya başladığınızı anlayacak kadar da derindir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar ile sahtelik ve yapaylıkla dolu bir dünyada algıları açık olarak yaşamanın ne hissettirdiğinin, dönemin ruhunun ve tüm bunların ötesinin romanını yazar J. D. Salinger.

Otobiyografik öğeler taşıyan bu muhteşem kitabın sansasyonel başarısıyla edebiyat tarihine kazınan Salinger, aynı zamanda en gizemli, ilginç, tartışmalı ve zor yaşam öykülerinden birine sahiptir. Günümüze uzanan ve muhtemelen yarınımıza kalacak sırlarla, doğruluğu kanıtlanamayan rivayetlerle dolu yazarın hayatı birçok filme, belgesele, kitaba konu olmuştur. Yazdıklarının çok sevilmesi dışında, hayli özgün bir portre çizmesi de bunda büyük bir etkendir elbette.

Jerome David Salinger, 1919’un yılbaşı günü New York’ta dünyaya gelir. Bir hahamın oğlu olan babası peynir ve et ticaretiyle uğraşan bir Yahudi’dir. Annesini de öyle sanmaktadır, ta ki on dört yaşında ergenliğe geçişini kutlayan bir dini törende gerçeği öğrenene kadar. Hayatı boyunca sahtelikten nefret eden ve bunu eserlerine yansıtan bir yazarın düşüncelerinin temelleri, aslında, aile geçmişine dayanmaktadır.

Babası, oğluna işini devam ettireceği türden bir gelecek planlar. Ne şanslıyız ki Salinger’ın o taraklarda bezi yoktur. Kesinlikle babası gibi olmak istemez. Okul yıllarında tiyatro oyunlarında oynar. Eserlerindeki diyalogların gücü, karakterlerin kendilerini savunma ve ifade etme becerileri, kişiliklerinin derinliklerini yakalayabilmeleri bu dönemden ciddi anlamda beslenir. Oyunculuğa yöneleceği düşünülse de yazmaya merak salmıştır, özellikle öykülere.

Okulla arası pek yoktur. Birkaç kez okul değiştirir, uyum sorunları çeker, derslerden kalır. Disiplin verilmesi, “adam edilmesi” gerektiğini düşünen babası, oğlunu askeri liseye yazdırır. Mezun olamayacağını zanneder fakat yanılır. Sonrasında hızını alamayarak Avrupa’ya peynir ithalatını öğrenmesi için de gönderir ama oğlu, Viyana’da aylaklık eder. Hitler’in Avusturya’yı işgal etmesinden tesadüf eseri bir ay önce Amerika’ya döner. Yazar olmasını istemeyen babasına, annesi karşı çıkar. Nitekim yazma çalışmalarına destek olan annesine ithaf edecektir karakteriyle kendisini özdeşleştirdiği başyapıtını, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı.

“Holden Caulfield karakterini öykü ile sınırlama. Onu romana çevir.”

Üniversite hayatı da okul değişiklikleriyle sürerken soluğu yine edebiyatta alır. Columbia Üniversitesi’nde Whit Burnett’in yazarlık kursuna katılır. Hayatındaki önemli dönüm noktalarından biridir bu. Aynı zamanda “Story” (Hikâye) adlı bir derginin editörü olan Burnett, Salinger’ın ilk öyküsü olan “Gençler”i dergisinde yayınlar. Ona rehber edinmesi için bir kritik tüyo da verir: “Holden Caulfield karakterini öykü ile sınırlama. Onu romana çevir.” Böylece Holden Caulfield’in on yıl sürecek romana dönüşme macerası başlar. Bu macera, büyük bir tutku ve azim öyküsü olacak, dünya tarihinin en büyük savaşlarından birini görecek, karada ve denizde, cephede ve muharebede bile yazar, yazdığı sayfaları yanından ayırmayacaktır.

Dergilere öyküler gönderen, öyküleri genelde yayınlanan, genç bir yazar adayı olan Salinger entelektüellerin yer aldığı ortamlarda bulunuyor, onların poker masalarına oturuyor, gece kulüplerinde uzun boyu, temiz yüzü, zekâsı, esprili kişiliğiyle öne çıkıyordu. Çok geçmeden Nobel ödüllü yazar Eugene O’Neill’in kızı Oona O’Neill ile çıkmaya başlar. Pek de uyumlu bir çift değillerdi. Gösterişe düşkün, lükse alışkın, çevresinin gözdesi on altı yaşında bir kız olan Oona karşısında yirmi iki yaşındaki Jerry’nin (kendisini böyle adlandırırdı) birikimi ve vizyonu maddi yetersizliklerini henüz kapatamıyordu. Yine de ilişkileri belli bir dengede sürer.

Japonya’nın Pearl Harbour’a saldırmasıyla birlikte her şey değişir ve Amerika, II. Dünya Savaşı’na resmen girer. Salinger, askere yazılmak için hemen başvuru yapsa da orta şiddetli bir kalp rahatsızlığı gerekçesiyle başvurusu reddedilir. Öfke ve hayal kırıklığı yaşayan yazar, askeriyeye itirazlar içeren çok sayıda mektup gönderir. Aylar sonra, 1942 yılında ordunun ihtiyaç duyması sebebiyle askere alım şartları gevşetilir, bu sayede emeline kavuşur ve askere çağrılır. Askerdeyken Oona’ya mektuplar yazar. Arkadaşlarına ondan övgüyle bahseder. Fakat zamanla araları soğur ve Oona’nın, dönemin en büyük sinemacısı, ellili yaşlardaki Charlie Chaplin ile evlendiğini gazeteden öğrenir. Salinger için yıkıcı bir darbe olur. Bunu, hayatındaki en büyük reddedilişlerden biri olarak ifade eder.

“Salinger, New York Times’dan bu dönemde aldığı retleri evinin duvarına asmaya kalksa duvarda yer kalmayacaktır.”

Tabii başka bir yerden daha ret almaktadır, hem de sürekli olarak. Salinger New York Times’da öykülerinin yayınlanmasını ister. Yılmaksızın dergiye defalarca yazı gönderse de hiçbir olumlu yanıt alamaz. Prestij veya popülerlik gibi basit, yüzeysel gördüğü beklentilerin ötesinde, bu dergide yayınlanmayı büyük bir kalite eşiğini aşmasının tescillenmesi olarak düşünmektedir.

Bir öyküsü nihayet kabul görür ama savaşın çıkması nedeniyle, öykünün içeriğinin ortama uygun düşmeyeceği gerekçesiyle yayınlanması yaklaşık dört yıl ertelenir. Avrupa’da ülkesi için askerlik yaparken de bu çabası sürer, aldığı retlerse devam eder. Üniversitedeki hocası Burnett’in, “Yazar adayının aldığı retleri çerçeveleterek duvara asması gerekir” şeklinde bir sözü vardır. Salinger, New York Times’dan bu dönemde aldığı retleri evinin duvarına asmaya kalksa duvarda yer kalmayacaktır.

Birinci Dünya Savaşı, yazarın hayatını bütünüyle değiştirir. Er Ryan’ı Kurtarmak (1998) filminin açılış sekansında, yaklaşık yirmi dakika boyunca en gerçekçi gösteriminin sahnelendiği Normandiya Çıkarması’na katılır Salinger. Yoğun bombardıman altında kopan kolların, bacakların, çıkan bağırsakların, uçan bedenlerin haddi hesabının olmadığı korkunç bir harekâttır. Avrupa’daki savaş döneminde Hürtgen Ormanı ve Bulge Muharebeleri’nde de yer alır.

“Siperimi korkakça derin kazıyorum, sivil olduğumu hatırlayamıyorum” der konuya dair. Savaşa yıllarını verir, yaklaşık üç yüz günü de fiilen çarpışarak geçirir. Yakın arkadaşlarının öldüğüne şahitlik eder, kalanlarıyla ömrü boyunca görüşmeyi sürdürür.

Savaş sırasında birçok farklı görev üstlenmiştir. Ordunun ilerleyişiyle birlikte karşı casusluk görevinde bulunur. Esirlerle ve bölgedeki insanlarla konuşarak, harekât için kontrollü ve güvenli bir planlama yapılmasını sağlar. Bu esnada, savaşta mağlup edilmiş ülkelerden insanların psikolojilerine birebir tanık olur.

“Ne kadar yaşarsan yaşa, yanmış etin kokusunu burnundan hiçbir zaman tam olarak sökemiyorsun”

En derin, en ağır, en sarsıcı etkiyi ise Nazilerin Münih yakınlarındaki Dachau Toplama Kampı’na gitmesiyle yaşar. Toplu hâlde canlı yakılmış insanlar, kemik ve vücut parçaları görür. İnsanlığın bittiği noktadır. Kampta gördükleri hayatı boyunca peşini bırakmaz. “Ne kadar yaşarsan yaşa, yanmış etin kokusunu burnundan hiçbir zaman tam olarak sökemiyorsun” demiştir kızına bu acı verici deneyimi hakkında.

Savaşın ruhunda açtığı derin yaralar onarılamazdır. Bir ay kadar Nürnberg’de bir askeri hastanede savaş sonrası ruhsal çöküntü teşhisiyle tedavi görür. Bunalımı hafifleyip taburcu olsa da bazı şeyleri asla aşamayacağının farkındadır.

Ordu içerisindeki Nazi işbirlikçilerinin veya kılık değiştirmiş Nazilerin tespit edilerek adalete teslim edilmesi görevinde bulunur. Belki karşı casusluk yaptığı dönemde geliştirdiği bir tür empati duygusuyla, kendini riske atmak pahasına, Yahudi asıllı olduğu hâlde bir Nazi olan Sylvia ile evlenir. Çünkü Amerikan askerlerinin Almanlarla evlenmesi bu dönemde yasaktır. Hem de bir Nazi’yle evlenmesi kendisi açısından oldukça tehlikelidir. Buna rağmen yeni eşi Sylvia ile sorunsuz bir şekilde Amerika’ya döner. Çift, aralarında anlaşamaz. Aylar içerisinde boşanırlar.

Savaş döneminin Salinger açısından en sevindirici deneyimlerinden biri Paris’te, dönemin ve edebiyat tarihinin en büyük yazarlarından Ernest Hemingway ile tanışmasıdır. Ordu, yolu üzerindeki Paris’te birkaç günlüğüne konaklar. Fırsatı değerlendiren Salinger, Hemingway’in bulunduğu otele gider, tam da umduğu üzere ona lobide rastlar. Dergide basılan öykülerinden birini Hemingway’e okutan genç Salinger, usta yazardan büyük övgü alır. Bu övgü, yazarın kendisine olan inancına ve yazma azmine güçlü bir motivasyon sağlar.

Savaşın ardından New York’taki yaşamına kaldığı yerden devam eder Salinger. Öyküleri Burnett vasıtasıyla kitaplaşacakken çeşitli aksilikler sonucu basılamaz. Bu da onda yeni bir öfke dalgasına ve hayal kırıklığına sebep olur, Burnett’i hayatından siler.

Edebi açıdan çok daha kararlı, keskin, olgunlaşmış bir hâldedir artık. Savaşın üzerindeki ağır etkilerini dillendirmeden hissettirmeye odaklanır. Dış dünyanın vahşetinden ve sahteliğinden kendilerini yalıtmak isteyen yetişkinlerin üstlerine geçirdikleri zırhı, çocukların masumiyetiyle delmesini hikâyeleştirir. “Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün” öyküsü, New York Times tarafından basılır ve çok beğenilir. 1948 yılı onun için bir dönüm noktası olmuştur. Öyküleri dergi tarafından basılmaya başlar, hatta bir sözleşme bile yapılır.

Salinger, öykülerinin başka dergilerde editoryal değişikliklere maruz kalmasına tahammül edememektedir. Bir virgül değişikliği bile, onu buhranlara sürüklemektedir. Mükemmeliyetçilikten öte yazdıklarına olan yüksek inancı bunda etkilidir. Dolayısıyla yoluna yalnızca New York Times ile devam etme kararı alır.

Çabaları karşılık bulmuş, talihi sonunda dönmüştür. Ertesi yıl, Hollywood yapımcıları, “Titrek Bacanak Connecticut’ta” öyküsünü sinemaya uyarlamak isterler. Salinger kabul eder. “Benim Sersem Kalbim” adıyla uyarlanan film tam anlamıyla bir fiyaskodur. Her zaman görünmeyenin, söylenmeyenin öne çıkması gerektiğine inanan bir sanatsal anlayışa sahip yazarın aksine filmde olaylar son derece sıradan aktarılır, olabildiğince basit işlenir.

Salinger katı ve sarsılmaz bir yargı içerisine girmiştir artık. Ne kadar başarılı, yetenekli, güçlü, zeki olurlarsa olsunlar, yazdıklarının başkaları tarafından filme uyarlanmasına asla izin vermez. Elia Kazan’dan Billy Wilder’a, Brigitte Bardot’dan Steven Spielberg’e kapısını çalan, telefonla arayan, aracı gönderen kim varsa reddeder.

“Holden’ıma deli diyorlar”

Öyküleri dışında romanına odaklanan ve Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı sonunda tamamlayan Salinger, menajeri vasıtasıyla ünlü bir yayıneviyle görüşmeye gider. Yayınevinin yöneticisi eseri beğense de patronu romanın başkarakteri Holden Caulfield için deli der ve kitabın yeniden yazılmasını ister. Salinger menajerini arar, “Holden’ıma deli diyorlar” diyerek ağlar, bir daha geri dönmemek üzere orayı terk eder. Karakterlerine aşırı derecede sevgi besler Salinger. Onlara söylenen her lafı üzerine alınır, kendisine hakaret sayar. Daha da ötesi Holden’ın kendisi olduğunu ifade eder. Sinemaya, tiyatroya uyarlanacaksa onu kendisinin uyarlaması ve canlandırması gerektiğini söyler.

Sonuç olarak kitap, başka bir yayınevi tarafından 1951 yılında basılır. Büyük bir hit olur. Kısa sürede çok satanlar listesine girer ve önce ülke çapında, zamanla dünyada bir fenomene dönüşür. İnsanlar sokaklarda kitabı yanlarında taşımakta, Holden’in kırmızı şapkasını takmaktadır. Herkes yazarın kimliğini merak etmekte, onunla görüşmek istemektedir. Tıpkı kitapta geçen ruh hâline bürünmüştür insanlar: “Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.”

Kitap gerçekten de iyidir! Okuyucuda uyandırdığı yakınlık duygusu, büyük oranda, Salinger’ın empati yeteneğinden ve duygusal incelikleri yansıtma gücünden kaynaklanır. Edebi olanı; büyük, köşeli, gösterişli hareketlerde değil, detayların yoğunluğunda kalarak arar yazar. Bunu bulduğunda, karakterleriyle olan mesafesini neredeyse kaybederek onlarla bütünleşir. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın gördüğü ilgi, belki bu nedenle Salinger’ı pek de memnun etmemiştir. Oluşturduğu sistem karşıtı karakterin, “sistemin içinde aykırı bir figür” şeklinde algılanmasından irrite olmuştur.

1953’te, hikâyelerinin bir derlemesi olan “Dokuz Öykü” yayınlanır. Glass ailesinin edebiyat dünyasındaki yeri, dergi sayfalarından taşmış, kitapla taçlanmıştır. Elbette kitapta “Esme için – Sevgi ve Yoksunlukla” gibi farklı kişileri (aslında dolaylı yoldan yine kendisini) konu edinen başka değerli öyküler de vardır ancak Salinger için Glass ailesi çok önemlidir ve ömrü boyunca onların izini sürecektir. Başarısı günümüze kadar uzanan, dili ve hissi asla eskimeyen bu kitap büyük övgülere sebep olur.

Sanat ve edebiyat çevrelerinde bir star olmuştur artık. Kendisine yönelik davranışlar farklılaşmıştır. Başarı geldikçe de örtüp dibe ittiği sorunlar yüzeye çıkar. New York’taki entelektüel çevrenin tekdüze partilerinden de iyiden iyiye sıkılmıştır. Bu sahteliğe, yapaylığa dâhil olmalı mıdır? Ne kadar olmalıdır? Aralarında ne işi vardır? Ne yapmaktadır? Yabancılaşmıştır. Onlarladır ama onlardan değildir. Bir radikal değişikliğin ihtiyacını hissetmektedir.

Hamle yapmakta gecikmez. Aynı yıl, New York’a üç yüz kilometre uzaktaki bir kasabadan, büyük bir arazi içinde ev satın alır. Buraya yerleşir. Daha sade bir hayat yaşar. Zen Budizmi’ne saldığı merakı daha da derinleştirir. Meditasyonlarını sıklaştırır.

Tam anlamıyla bir inziva içerisinde değildir. Entelektüel çevreyle bağlarını koparmaz. Tabii kendi uygun bulduğu, şartlarını tayin ettiği ölçülerde… Dilediği zaman şehre iner, dilediği zaman yalnızlığına çekilir. Bu dönemde katıldığı partilerin birinde tanıştığı bir kadın, “Kendini çok mu önemli sanıyorsun? Kitabını beğenmedim” der. Adı Claire Douglas’tır ve 1955 yılı itibariyle Salinger’ın ikinci eşi olur!

Aynı yıl Franny’i, iki sene sonra Zooey’i yayınlar. Böylece Franny ve Zooey olarak günümüze ulaşan kitap ortaya çıkar. Kitap, iki bölümde, Glass ailesine mensup iki kardeşi temel alır. Dostoyevski’den, Tolstoy’dan övgüyle bahseden erkek arkadaşına, martinisinin içindeki zeytini yiyip yemeyeceğini soran ve bundan anında pişman olabilen bir Franny’i barındırır. Öyle ki egodan tiksinen, “Tam bir hiç kimse olacak cesaretim olmamasından usandım” cümlesini kurabilen çok özel bir kızdır. Zooey ise Franny ile birlikte ucube olduklarını söyler ve annesine asla pabuç bırakmaz.

Glass ailesi, yazarın ilk gençliğinde tiyatro mazisini hatırlatırcasına emekli başarısız vodvil oyuncuları ebeveynlere sahiptir. Yedi zeki ama hayatla ve insanlarla uyum sorunu yaşayan kardeşten oluşur. Hepsi “Akıllı Bir Çocuk” adlı radyo programına katılmıştır. Birbirleriyle uzun uzun söyleşirler. Zekaları başlarına nice dertler açmıştır. Kardeşlerin en büyük ve en parlak olanı, Seymour’un intiharı aileye kara bulut gibi çökmüştür.

Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar 1957’de, Seymour: Bir Giriş’i 1959’da yayınlar. Bu iki bölüm 1963’te tek bir kitap hâline gelecektir. Seymour’un tuhaf nikâhının ve çocukluğunun kardeşi Buddy’nin dilinden anlatıldığı bu kitapla Glass ailesinin serüveni sürmektedir.

Altmışlı yıllara gelindiğinde bir köşeye çekilmesi, ana akım medyanın da konusu hâline gelir. Bu gizemi merak eden ve açığa çıkarmak isteyen gazeteler, dergiler onunla görüşmek için temsilciler gönderir ama Salinger onları reddeder. Yazmaya konsantre olmuş, arsasının içerisine tamamen kendisine ait bir kulübe yapmıştır. İçerisinde yatağı olan, her türlü ihtiyacını karşılayabileceği, ailesinin dahi giremeyeceği bir barınak… Burada bazen günlerce dışarı hiç çıkmadan yazı yazar. Dünyadan uzaklaşmış gibidir ama dünyayla ilgilidir. Arada sırada New York’a gitmeyi, dostlarıyla mektuplarla irtibatı sürdürür.

Reddedilmeye alışık olmayan basın, yazarın tercihini üsteler ve belki de onun daha da içine kapanmasının etkenlerinden olur. İsteklerini yerine getirmedikçe de onu aksi, öfkeli, huysuz bir adam olarak lanse etmeye çalışırlar. 1961 yılında Times, kapağına Salinger’ı taşır. Yazdıkları ve hayatıyla, ülkenin en merakla takip edilen figürlerinden birine dönüşmüştür. Sonrasında ise tüm dünyanın…

1965 yılında “Hapworth 16, 1924” adlı öyküsü yayınlanır. Acı dolu olduğu ve bir yere varamadığı eleştirileriyle karşılanır, fazla beğenilmez.

Bu tarihten itibaren Salinger, dergilere veya yayınevlerine hiçbir eserini göndermez. Hatta Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın filme uyarlanmasını sonsuza dek engellemeyi amaçlayan bir derneği olur. Ancak ölümünden sonra yayınlanabilecek yeni eserlerini kilit altına alır, belli şartlar altında yayınlanmasını vasiyet eder. Edebiyat dünyası için yazdıkları hâlâ merakla beklenen, ne zaman açılacağı bilinemeyen saklı bir hazinedir adeta.

Kurguladığı Glass ve Caulfield ailelerine olan sevgisi, bağlılığı, hatta düşkünlüğü o kadar kuvvetli ve büyüktür ki kendi ailesini görmezden gelebilmektedir. Kızı ve oğlu olmuştur ancak karakterlerini koruduğu veya onlarla ilgilendiği gibi kendi çocuklarıyla ilgilenmez. Evdeki tüm işleri, karısı Claire yüklenmektedir. Sonu boşanmayla biten bu deneyimin ardından, Salinger 1967’den itibaren belki de aradığı yalnızlığa kavuşur.

Böylece aile, dergiler, yayınevleri ve daha nicesinden uzak durduğu yeni bir dönem başlar. Zaten fotoğraf çektirmiyor, röportaj pek vermiyor, kalabalık önünde hiç konuşma yapmıyor, imza günü asla düzenlemiyordur. Artık, herhangi bir baskının, zincirin, mecburiyetin parçası olmaktan sıyrılmıştır. Eserleriyle kavuştuğu maddi ve manevi gücün de kendisini izole edebilmesine katkı sağladığı ifade edilebilir.

Yine de rahat bırakılmaz. Arazisinde kuytu köşede saklanan fotoğrafçılar, mektuplarını aldığı postanenin önünde günlerce bekleyen muhabirler gibi özel hayatına dair kararlarını hiçe sayan basının tacizleri sürer. Hayranları, fanları da yazarın çizdiği sınırları zorlamaktadır. Onun aracıyla geçeceği yolları tutarlar. Bitmek bilmeyen bu tür yaklaşımlar doğal olarak yazarı aksileştirir, öfkelendirir.

Belki de Chaplin ve Oona’nın zamanında psikolojisine ettikleriyle bağlantılı olarak, özellikle genç kızlara ilgisi bilinen yazar, mektuplar vasıtasıyla yüz yüze görüşmelerde bulunur. Bu isimlerden biri, on sekiz yaşında New York Times’a haber olan Joyce Maynard’dır. Salinger ellilerindedir, ona kulübesini açar. Dokuz ay kadar birlikte yaşarlar fakat devamı gelmez. Yıllar sonra Maynard, Salinger ile olan mektuplaşmalarını açık arttırmayla satışa çıkarır. Yazarın bir hayranı yüklü bir meblağ vererek satın aldığı mektupları Salinger’a iade eder.

1980 yılında tüm dünyanın şok olduğu, korkunç bir olay yaşanır. John Lennon bir suikasta kurban gider. Katilin cebinde Çavdar Tarlasında Çocuklar kitabı bulunur. “Neden böyle bir şey yaptın?” sorusuna katil Holden Caulfield’ı refere eder. Ona bakılmasını söyler. Bazı ülkelerde argo ve küfür kullanımı, cinsellik içeriği gibi sebeplerden ötürü hâli hazırda yasaklanmış olan kitabın yasakları bu olay neticesinde yaygınlaşır.

Seksenli yılların sonlarına doğru son evliliğini yapan Salinger, ölene kadar eşiyle birlikte vaktini sessiz, sakin, gözlerden uzak bir şekilde geçirecek, 2010 yılında ardında bıraktığı, açıklamaya tenezzül etmediği, zaten zorunda da olmadığı o büyük gizemle hayata veda edecektir.

“Peki Salinger neden inzivaya çekildi?”

Eserlerinin doğru anlaşılmadığını düşünüyor, hatta birçoklarını o canı gibi sevdiği karakterleri okumaya layık görmüyor olabilirdi. Caulfield’ın insanlar başına toplanacak diye intihar etmekten vazgeçmesini ifade ettiği gibi görüyordu belki yaşamı sürdürmeyi. Belki sadece sınırsızca yazmak, özgür kalmak, rahat bırakılmak istiyordu ya da Zen Budizmi’ni inandığı ve algıladığı şekilde hayatına aktarmak istiyordu.

Sebep her ne idiyse net yargılara varmak Salinger’i hiç anlamamak demek olabilir. “Kış gelip göl donunca ördekler nereye gider?” sorusunu soran, insan ruhunun derinliklerine bu kadar açık, korkusuz, dolaysız inebilen bir yazarı basitleştirmek de…

Rebel in the Rye (Çavdar Tarlasındaki Asi, yön: Danny Strong, 2017)

“Olgunlaşmamış insanın özelliği bir dava uğruna soylu bir şekilde ölmek istemesidir. Olgunlaşmış insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir şekilde yaşama isteğidir” der Salinger. “Muz Balığı için Mükemmel Bir Gün” öyküsündekinin aksine canına kıymadan, şatafattan uzak, gösterişsiz bir şekilde yaşama hakkını kullanır.

Çavdar Tarlasında Asi (2017), Salinger (2013) gibi filmlerle hayatı aktarılan, Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger gibi kitaplarla peşine düşülen, “snapchat neslinin Salinger’ı olmak” gibi refere edildiği güncel unvanlar verilebilen, Bojack Horseman, South Park ve daha nice yapımda karşımıza her an çıkabilen, birçok sanatçıyı derinden etkilemiş Salinger hem eserleri, hem hayatı itibariyle edebiyat tarihinin en büyük efsanelerinden biridir.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.