Kimsin Lan Ben?: Little Big Man (1970)

Fatma Korkut Hakkında

1995 yılında İstanbul Fatih'te doğmuştur. Yirmi yaşında Marmara Siyasal'dan mezun olmuştur. Dört-beş yabancı dille haşır neşirdir. Düşünsel konularda yazınsal çalışmaları bulunmaktadır.

Nietzche, “İnsan, aşılması gereken bir varlıktır.” cümlesini ara ara tekrar eder Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında. Bu minvalde, “Bir merkez çevresindeki dönme hareketinde, cismi merkeze doğru çeken kuvvete merkezcil kuvvet, bunun ters yönünde ve eşit şiddette cismi merkezden uzaklaştırmaya çalışan kuvvete de merkezkaç kuvveti adı verilir.” tezini hatırlatalım. İlk cümleden son cümleye kadar öteki’nin ben’i, ben’in ise öteki’yi üreterek varoluşunu temellendirdiğini, insanı cismi olarak ele alarak ve yine insanın, masum yaratılışı sebebiyle yönünü hiçbir zıtlığa dayandırmadan merkeze iyi ve doğru olan her şeyi yerleştirdiğini varsaymaya çalışalım. Bu yönelimi pratiğe dökmek, bireyin kendini aşması anlamına gelecektir bir yerde. Fakat bu dengeyi değiştiren şey,  “öteki” isminde düşmanlar üretmekle başlayan merkezden uzaklaşma sorunudur. Yani merkezkaç kuvveti, öteki’nin ta kendisidir. Peki insanı tekrar merkeze yönlendirecek merkezcil kuvvet ne olabilir ?

 “Biz Çorumluyuz, kendimizden sorumluyuz.”

”Çorumlu Amir” Türkiye’de yaşayan Afrikalı bir abi.

Meseleyi kimlik, benlik ve ego kavramları etrafında dönerek açıklamaya çalışırken, Küçük Dev Adam (Little Big Man – 1970) tüm gidişatı altüst edebilecek bir yapım gibi gelebilir. Adeta kimlikten kimliğe sıçrayan, kendi iç dünyasını anlamamıza net imkan sağlayamayacak kadar olaylara maruz kalan Jack Crabb (Dustin Hoffman), önüne koyulan tüm öteki’lerin yerini almaya, zıt kategorilere karşıt sıfatlara dahil olmaya başlar, yani film boyunca sürekli “yer” değiştirir. Çünkü sıfatlar insanın insanlığıyla değil, kendini konumladığı yerle ilgilidir. Ama şu da var ki, aslında Jack, yersizliği yurt edinmiştir. Zaman zaman geçirdiği duygulanımlar onun kişiliğinde değişikliğe sebep olsa da en genel  ifadeyle; onun tek benlik dayanağı, hayatta kalmaktır.

1970 ABD yapımı Little Big Man, konjonktürü ele alındığında Çağdaş Hollywood Sinemasının geçirdiği evrime temel bir örnek teşkil eder. Çünkü 60’lı yıllar Amerikan sinemasında bir dönüm noktasıydı. “Ekonominin büyüdüğü, hükümetteki liberallerin toplumsal reform arayışı içinde olduğu, siyahların baskıya başkaldırdığı, cinsellikte yeni arayışların ve uyuşturucu kullanımının toplumun geleneksel değerlerini değiştirdiği ve Yeni Sol’un Vietnam Savaşı’na karşı gelişen protesto akımlarıyla ülke çapında görünürlük kazandığı altmışlı yıllar, 1966-68 arasında yeni bir değişim sürecine giriyordu..”* Bahsedilen süreç, toplumsal sorunlara daha duyarlı ve tabuları yıkan filmlere olan ilginin artmasına da sebep olmuştu.

”Soğuk Savaş döneminde esamesi okunmayan radikal toplumsal ve politik sorunlar artık yeniden popüler filmlerin konuları arasındaydı.”** Bu bağlamda Amerika’nın değişmez dertlerinden biri olan Kızılderili soykırımı meselesi artık Amerika’ya yönelik eleştirel bir üslupla ele alınabiliyordu. Little Big Man de bu anlamda düzen karşıtı bir film olarak karşımıza çıkıyor ve bir nevi Kızılderililerin yenen haklarını iade ediyordu.

On yaşına kadar Amerikalı bir beyaz olarak büyüyen Jack, Pawnee Kızılderili kabinesinin saldırısı sonucu aileden, kız kardeşiyle hayatta kalan tek kişidir. Bu saldırı sonrası mekana gelen atlı bir Kızılderili başta korku salsa da, kötü bir niyeti olmadan bu iki kardeşi alır ve kabilesine götürür. Kız kardeş daha sonra kaçar ancak Jack, bu kabile tarafından büyütülmeye başlar. Burada anlarız ki Pawnee ve Cheyenne kabileleri de birbirine ters düşmüş iki Kızılderili kabilesidir. Kabileler arası yabancılaşmanın kaynağı Pawnee’lerin beyazlara olan saldırganlığı olarak dile gelir. ”Katil” olan Pawnee’lerdir, Cheyenne’lerin ise böyle bir eğilimi yoktur. Burada tam bir Kızılderili olarak büyüyen Jack, elinde olmadan beyaz-Kızılderili karşıtlığını kendi benliğinde yıkmış durumdadır. Daha sonra mensup olduğu kabile ile Amerikalı süvariler arasında çıkan bir çatışmada tam ölmek üzereyken aslında beyaz olduğunu ve Kızılderililer tarafından alıkonulduğunu söyleyerek hayatını kurtarır. İşte burada Jack Crabb’in henüz içselleştirdiği bir kimliğinin olmaması, yalnızca insan olmanın gereği olarak hayatta kalma arzusuna göre hareket etmesine olanak sağlar. Bu çatışmada Amerikan süvariler tarafından alıkonan Jack, kasabada bir din adamının (Rahip Pendrake) himayesine verilir.

Burada da rahibin karısı tarafından Hristiyan dini eğitimi almaya başlar. Ancak zinanın günah olduğunu anlatan rahibin karısını, zina ederken görmek onun dinle olan bağının kopmasına sebep olur. Burada bir dini, mensupları üzerinden yargılamanın o din’le mesafe oluşturulmasına ve din’e yabancılaşmaya yol açtığını bir kez daha görürüz. Daha sonra üçkağıtçılık yapmayı öğrenir, ablasıyla karşılaşması sonucu onunla silahşör dönemini geçirir, ünlü silahşör Wild Bill Hickok ile tanışır, onun gerçekten birini öldürmesi sonucu silahşörlüğü de bırakır, ayyaş olur, İsveçli bir kadınla evlenir, onun Kızılderili yerliler tarafından kaçırılması sonucu onların arasına döner, ikinci kere evlenir.

Little Big Man‘de olaylar böyle karmaşık ve hızlıca akarken sonunda ünlü Little Bighorn Savaşı’nda kilit rol oynar Jack Crabb. Bu zamana kadar, Cheyenne kabilesi mensubu yerli “insan oğlu” kimliği ile Vahşi Batı’yı temsil eden “beyaz adam” kimliği arasında, yukarıda bahsettiğim yersizlik yurdunun her koşulda hayatta kalmaya çalışan bir vatandaşı olur. Burada gördüğüm;  aslında ‘öteki’nin sabit olmayan bir dinamiğe sahip olduğu ve kimliksiz biri için canından daha kıymetli bir varlığının olmadığıdır. Filmin bir sahnesinde gösterilen “avcıların koyduğu tuzaktan kurtulmak için kendi ayağını kemiren hayvan” görüntüsü, Jack Crabb’in hayatını baştan sona anlatan bir metafor olarak kullanılmış gibi görünüyor.

Little Bighorn Savaşı’na gelindiğindeyse, Jack’in savaşı Kızılderililerin kazanmasında önemli bir rol oynadığı görülür. Kendisinin en son bağlı kaldığı olan “insan oğlu” kimliğinin temelinde, onu Cheyenne kabilesine getirildiği zaman evlatlık edinen “Yaşlı Çadır Derisi”nin (Chief Dan George) rolü büyüktür. Yalnızca insanlar ve hayvanların değil, her şeyin canlı olduğuna inanan bu kabile lideri, Jack ile her zaman gurur duyar. Canından daha kıymetli bir şeyi olmayan Crabb için her şeyin canlı olduğunu söyleyen Yaşlı Çadır Derisi’nin büyük öneme sahip olması tesadüf değildir. En nihayetinde sabit bir benlik temelinin olmayışı, sabit bir öteki’nin olmayışı anlamına da gelmektedir.

Sorun ben’de başlıyorsa, çözüm de aynı yerden başlayacak demektir. Ben’den feragat etmek, ben’e bend koymak ve benlikten vazgeçmek burada ilk adımlar olarak görünüyor bana. Bizzat tâbi olduğum bir manevi eğitim sistemi olan tasavvufta buna “maddi varlıktan sıyrılmak” denir. Hatta Şeyhi İbrahim Efendi, “Bidayette tasavvuf, sûfî bî-cân olmaya derler/ Nihayette, gönül tahtında sultân olmaya derler” beytiyle, bahsedilen manevi eğitimin maddi varlıktan sıyrılmakla başlayıp, hedefe varıldığında sultan olmakla sonlandığını anlatır. Yalnızca İslam dininde değil, farklı inanışlarda da söz konusu benlikten vazgeçiş vardır. Bulunduğumuz bağlamda benlik, daha çok ego ile eşdeğer düşünülmeli. Doğarken içinde bulunduğumuz şartları, sahip olduğumuz nimetleri ve yüklendiğimiz külfetleri kendimiz seçmiyor isek ve tüm bunların önemini kaybedeceği bir gün hepimiz için gelecekse, kaşlarını çatık tutarak yaşamak manasız olsa gerek.  Burada metafizikle boğuşup konuyu öldürmeyeceğim. Ancak kendinden geçmek için kendine gelmek gerekir. Ve tüm öteki algılarından sıyrılmak, kendinle olan mücadeleye sadık kalmaktan geçer.

 

*Michael Ryan ve Douglas Kellner, Politik Kamera,Ayrıntı Yayınları, 2010, s:23

**a.g.e, s:25

Bir cevap yazın