Komşu Komşunun Neyine Muhtaç Değildir?: Bosnia Hotel

Fatma Korkut Hakkında

1995 yılında İstanbul Fatih'te doğmuştur. Yirmi yaşında Marmara Siyasal'dan mezun olmuştur. Dört-beş yabancı dille haşır neşirdir. Düşünsel konularda yazınsal çalışmaları bulunmaktadır.

“ben” der demez yanılmaya başlıyorum.

Osman Konuk

Bilinen ilk isyan aynı zamanda ilk kibir, “Ben ondan hayırlıyım, beni ateşten yarattın onu ise çamurdan..” diyen şeytanın benlik kaygısıyla başladı. İlk cümlede kendi üstünlüğünü iddia ediyor, devamında ise bir kıyas yöntemiyle iddiasını kendince ispatlıyordu. Kıyas denilen şey de aynı kulvarda olan söz konusu öznelerin ancak sıfatları arasında mümkün olan bir durum. Şimdi dünyaya düşelim ve insanlık kulvarında olan herkesi düşünelim, ‘İnsan’ın bir sıfat olmadığını varsayarak. Aslında bu bahsettiğim kıyas, öteki kavramının doğuşunu anlatıyor denebilir. Çünkü herhangi bir konuda kendinden menkul bir doğruluk iddiasında olan insan, ispat için bir yanlışa ihtiyaç duyuyor.

Varoluşunu karşıtlık üzerine kurmaya başlayan kişide, fedakârlığın yerini kendine güven alıyor. Ve tüm bunlar, onun, kimlik belirleyen olguyu benimsedikçe kendi egosuna olan saygısını arttırıyor. Burada ne Descartes’ın ne Kant’ın ne de Muhammed İkbal’in benlik algısına girerek meseleyi felsefi bir çözümlemeye taşıyacağım, ne de afili ama belirsiz cümleler kurup argümanımı ortada bırakacağım. Telaşa mahal yok. Ancak Nietzsche de, “Beğenme ve eleştirme gücü bir canavardır. Bin boynu olan bu hayvana kim takacak boyunduruğu?” diye sorarken sözünü ettiğim benliğe temas etmiş gibime geliyor. Oysa “İnsanların arasında susuzluktan ölmek istemeyen, her bardaktan içmeyi öğrenmeli.”

Komşu komşunun neyine muhtaç değildir?

El cevap: Kanına.

Bosnia Hotel (1996) ve Why Did They Kill Their Neighbours? (1998) belgesellerine geçmeden önce komşuluğun “kon-uş”tan, yani karşılıklı konmaktan geldiği bilgisini bir kenara yazmalıyız. Ne zaman ki özneler karşılıklı değil de karşıtlık üzerine konuşlanırsa o zaman kavram tüm iyi içeriğini yitirecek ve komşular arası somut duvarlar yıkılmaya başlarken, soyut duvarlar yükselecektir. Konan, uçanı vurmaya başladığında aslında iki tarafın da kanatları kırılıyor demektir.

Başına gelmeyeni başından savarken başkalaşmak

“Bosna’daki BM Barış Gücü’nü, Bosna’nın nerede olduğunu ya da kavganın neden çıktığını bile bilmeyen, birbirinden farklı ulus ve kültürlerden askerler oluşturuyordu. Askerler arasında Kenya Samburu savaşçılarının oluşturduğu bir grup da vardı. Bosna Hoteli, savaşçıların kendi ülkelerine döndükten sonra yine sığır çobanı olarak sürdürdükleri Afrika ovasındaki yaşamlarını gösteriyor. Yerliler, “Beyaz adamın savaşı” ile ilgili deneyimlerini anlatıyorlar.

Belgesel, Samburu kabilesinin bir tür olgunlaşma seremonisiyle başlar. Buna göre yeni bir döneme adım atan kabile mensubu genç, hayvanın boğazını keser ve kanından içer. Seyretmekte dahi zorlandığımız bu sahnenin çekilmemesini ister orada bulunan kabile mensupları. Bu sırada, dışarıdan bakınca bu eylemin anlaşılmayacağını ifade ederler. Bu sahneyi aklımızın bir köşesinde tutup atlattıktan sonra savaşa katılanlardan ara ara savaş tecrübelerini dinleriz. Konuştuklarında öteki’ye dair en bilindik farklılık olan siyah-beyaz ayrımı gözümüze çarpmaz. O kadar alışmışızdır ki, gözümüzü rahatsız etmiyordur artık.

Boşnak-Sırp-Hırvatların savaşını, “Neden savaşıyorlar ki, hepsi beyaz?” diyerek anlamlandıramayan Afrikalı vatandaş, içten içe kendisiyle gurur duyar gibidir. Çünkü emperyalizm sayesinde dünyaya yayılan “Medeni Batı” algısı, bu kabile mensuplarında da yer etmiş ancak medeniyetin, ortada makul bir sebep yokken kadın ve çocukları dahi öldüren yüzünü görmüşlerdir. Kabilenin bir başka mensubu “bilim, teknik ve yaşam şartları açısından onlardan geri kaldıklarını ve onlarla aynı şartlara sahip olmak istediklerini” dile getirir ve kendi bölgelerinde yaşamanın zorluğuna dikkat çeker. “İleri, zengin, yüksek yaşam şartlarına sahip, aynı zamanda savaş sırasında acımasız ve vahşi” gibi tanımların muhatabıdır artık “medeniyet”.

Bosnia Hotel

Manidar olan noktalardan biri şudur ki; Bosna Savaşı seyretmekte dahi zorlandığımız  olaylara sahne olmuştu. Tıpkı belgeselin başındaki seremoni sahnesine tahammül edemeyişimiz gibi. Bir yandan da Medeniyetin öteki olması, karşıtında yer alacak ilkelliğin yerini sağlamlaştırmasına yol açabilirdi. Ancak tabii ki ilkel toplum, öteki’nin olmadığı ideal bir toplum demek değildi. Bu bağlamda mülkiyet kavramının insan ilişkilerini belirlemedeki rolünü seyretme imkânımız oluyor. Özellikle savaştan dönen kabile mensupları kendilerine ait tarla, hayvan ve barınak konusuna daha fazla önem vermeye ve şartlarını iyileştirme çalışmalarına başlıyorlar. Buna, farkında olmadan mülkiyetin oluşturduğu mikro düzeyde katmanlaşma adımları denebilir. Burada gördüğüm; mülkiyet, sahip olmakla alakalıdır ve kendini mülkiyet üzerinden konumlayan kişi, benliğini de sahip oldukları üzerine kurmaya başlar. Ve öteki, az’a sahip olanlar ile çok’a sahip olanlar karşıtlığından neşet eder. Bu durumda, sahip olduklarımıza ait olmaya başlamışız demektir.

İnsan insanın kurdudur

…değil. İnsan insanın yurdudur.

İbrahim Tenekeci

“Komşularını neden öldürdüler?” sorusu, her gün üçüncü sayfa haberlerinde, kendi ailesinden birinde Testere filmi serisini pratiğe döken insanları okuyan ben gibi bir vatandaş için sıradan bir soru olabilir. Sıradanlığın vahşetini muhafaza etse de, olay soykırım boyutuna taşındığında vahşet çığırdan çıkar ve artık gazete haberi değil, tarihe adını kanlı harflerle yazdıran bir felaket hâlini alır. Why Did They Kill Their Neighbours?, sözünü ettiğim Ruanda katliamının şahitleriyle yapılan bir belgesel olarak, sorunun asla tek bir cevabı olmadığını gösteriyor. Temel olarak ele alınan karakter, kendisi de kardeşinin çocuklarını öldüren, bunun için hapis yatıp çıkan ve sonra tekrar topluma entegre olmaya çalışan bir gençtir ve katliam onun ailesi çevresinden anlatılır.

Katliama sebep olan ırkçılık kavramı, alışılmışın dışında bir ‘öteki’ tanımıyla ortaya çıkar. Zira savaşan iki taraf da Afrikalı sıradan iki kabiledir: Hutu ve Tutsiler. Irkçılığın, nasıl sadece ten rengiyle sınırlı kalmadığını ve birkaç malzemeyle ile de harmanlanıp insanlara yedirildiğini görmek mümkün. 1. Dünya Savaşı’nın ardından Ruanda’nın yönetimi Belçika’ya verilmişti. Afrika siyasetinde yönetici ve yöneten unsurların birbirinden ayrılması prensibini uygulayan Belçikalılar, bu politikayı Ruanda’nın kontrolünün elde tutulması garantisi olarak gördüler ve bölgede bulunan azınlıktaki Tutsileri, Hutulara karşı desteklemek amacıyla ırka dayalı bazı ayrıcalıklar verdiler.

rwanda
Rwanda

Bu ansiklopedik bilgi emperyalizmin söz konusu bölgede ortaya çıkan ırkçılık davasına olan katkısını açık bir biçimde gösteriyor. Hutular kendilerini, sayıları azınlıkta olmasına rağmen  daha ayrıcalıklı haklara sahip olan Tutsiler karşısında konumlandırdılar. Zira Tutsiler, hem fiziksel hem de manevi açıdan da hükümet nezdinde de üstün tutulmuşlardır. Radyodan sürekli yapılan yayınlar, savaşı körüklemiştir. Ancak burada tüm suçu sömürgeciliğe veya bir iki devlete yıkmak, kör taklidi yapmak olur. Neticede insan, iradesi olan tek canlıdır. Bu durumda Tutsiler benliklerini üstünlükleri üzerine, Hutular ise haksızlığa uğramaları üzerine konumlamışlardır. Kimse karşısındakini kendi safına istemez, çünkü saflar birleştikçe benlikler kaybolmaya başlayacaktır. Oysa o benlikler sonradan kurulmuştur, bunu anlamak zaman alır. Ailenin kendi içinde bölünme görülür, anne kız birbirine düşman olur, kardeşler katledilir, çocuklar yok edilir. Sonunda, katliam son bulur ve komşu’nun öteki olmasını sağlayan ‘rasyonel’ sebepler görünmez olur.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.