Sanata disiplinlerarası bir çerçeveden bakarak çok sayıda kaynaktan beslendiğine inanmamız, bizimle paralel düşünerek bu zenginliğin farkına varan sanatçılarla bir noktada buluşmamıza vesile oluyor. Gökçe Akçelik bu değerli isimlerden bir tanesi. Replikas grubunun kurucularından Gökçe Akçelik ile art-his takipçileri için derin ve nitelikli bir söyleşi gerçekleştirdik.

“Disiplinlerarası sanat” mottosu ile yola çıkan oluşumumuz art-his, sizi çok yönlü sanatçı kişiliğiniz nedeniyle kendisine yakın görüyor. Bu noktada sanatı üreten kişi, belirli bir alanda üretim yapsa da sanırız tek bir yerden beslenemez. Müzik, üretimini hangi kaynaklardan beslemeli? Ayrıca sanatsal ifadenin çeşitlilikleri içerisinde hangi yöne doğru üretim yapmak sizin için daha ağır basıyor?
Bahsettiğiniz gibi çok yerden beslenme meselesini çok önemli görüyorum ben de. Uzun süre bir problem olarak göründü bu bana Türkiye’de. Sinemacı müzikten beslenmezdi, müzisyen görsel sanatlardan beslenmezdi v.b. Artık bu durum aşılıyor gibi görünüyor. En azından yakın çevremde buna dair çok şey görüyorum.
Müzikten bahsedecek olursak, yüksek seviyede matematik ve fizikten tutun da mimariye, heykele, komedi filmine kadar birçok kaynaktan yararlanmışlığı vardır. Zaten öyle olmasa aynı yerde takılıp kalırdı ki bu doğaya aykırı. Ben de bu çeşitlilik içinde birçok alanda çalışıyorum. Rock’n’Roll da ilgi alanım içinde, görsel sanatçılarla çalışmak da, film müziği de, gündelik garip sesleri kaydetmek de ve tabii üzerine eğitim aldığım elektroakustik müzik de. Böyle sıraladım ama hiçbirinin diğerinden ayrı olduğunu da düşünmüyorum.
Bir görselin ya da sekansın üzerine müzik üretmek ile henüz oluşmamış veya geçmişte yaşanmış bir duyumsamaya göre müzik üretmek arasında ne gibi farklılıklar var?
Üretim şartları ve yöntemleri açısından gerçekten çok büyük fark var. Müziği, hatta sanatı “İlham geliverdi, yaptım.” şeklinde anlamaya meyilli genellikle insanlar. Bu tabii o üretime duyulan saygı ve sevgiyle de katlanıyor ama durum o değil tabii ki. Hele elde hazır olan bir malzemeye ya da beraber üretilecekse bile müzik dışı bir yapıta sesle katkıda bulunuyorsanız durum iyice farklılaşıyor. Bu yüzden “Filme / görsele nasıl müzik yapıyorsun yahu, çok acayip?” diye düşünen de çok oluyor. Bu aslında kilisede söylenmesi için müzik yazan bir besteciden ya da bir cami yapan mimardan pek farklı bir durum değil. Anlatılacak şey belli, size yorumlaması kalıyor. Müziğin kökleri de burada zaten. Film müziğini örnek alacak olursak, yönetmen metni görüntüye dönüştürmeye, oyuncu vücuda getirmeye çalışıyor. Müzisyen de sesle ifade etmeye çalışıyor. Böyle durumlarda malzemeden yola çıkıyorum kendi adıma. Hangi sesler duyulmalı? Hangi enstrümanlar işin içine girmeli? Yemek yapmak gibi bir nevi.
Diğerinde ise son derece serbestsiniz. Hatta –benim ilgilendiğim akımlar, gelenekler söz konusu olunca- zaten yeni bir şey üretmeye niyetliyseniz sınırlarınızı biraz zorlamanız gerekir. Yine de belli geleneklerin ürünüsünüz, kırmak isteseniz de. Burada söz konusu olan kendi metniniz oluyor tabii artık. Her ikisinin de vazgeçilmez olduğunu düşünüyorum.

“Yeni Sinemacılar” ile sıkı bir ilişkiniz var. Gördüğümüz üzere, sinema sizin üretkenliğinizi çeşitlendiren bir taraf. Bu bağlamda senaryoları ile farklılık gösteren Yeni Sinemacılar’ın, Maruf (2001), Takva (2006), Çoğunluk (2010), Rüzgârda Salınan Nilüfer (2016) gibi hikâyelerine dahil olmak nasıl bir süreçti?
Yeni Sinemacılar 1998-99 yıllarında bizi Peyote’de dinlerlermiş. Tanışmamız ise 2000 yılı başlarına denk geliyor.
İlk çalmaya başladığımız zamanlarda uzun doğaçlamalar yapardık. Hatta dakika tutup “Bu sefer kırk beş dakika oldu.” diye bildiren bir arkadaşımız dahi vardı. Bu doğaçlama eğilimi ya da uzun süreli enstrümantal yapılar dinleyicide bir görsellik hissi yaratıyordu herhalde ki, “Mutlaka film müziği yapmalısınız.” tepkisini sıklıkla alıyorduk. Sanırım Yeni Sinemacılar’ın düşündüğü de böyle bir şey oldu, Maruf’ta beraber çalışmak istediler.
Biz de kendi aramızda bunun hayalini kurmuyor değildik. Arada çizgi film müziği yapmayı dahi hayal ettiğimizi hatırlıyorum. Velhasıl Maruf için teklif geldi ve çalışmaya başladık. Başta ne yapacağımızı da çok bilmiyorduk. O zamanlar genç ve eğitimsizdik açıkçası. “Leitmotif” gibi kavramları yeniden keşfetmemiz gerekti ama bir şekilde altından kalkmayı becerdik sanırım.
Bundan sonra Yeni Sinemacılar ile ilişkimiz sürdü. Takva ile ilk defa tek başıma bir film müziği yaptım. Oldukça korkutucu (kendi deneyimsizliğimden) ama bir o kadar da öğretici oldu. Çoğunluk filmiyle de Seren Yüce ile bir estetik ortaklık kurmaya başladık. Rüzgârda Salınan Nilüfer filmiyle ortak dilimizi kurabildiğimize dair fikrimiz daha da pekişti.

Sosyoekonomik yapı ile iç içe geçmiş toplumsal gerçekçi bir sanat üretimi mi, yoksa soyut bir dünya mı sizin daha çok ilginizi çekiyor?
Bu ikisinin arasındaki ayrımı tam çözemiyorum. İkisinin bir arada olması da mümkün, hatta kaçınılmaz gibi. Ama illa seçilecekse, açıkçası “soyut bir dünya” çok daha fazla ilgimi çekiyor. Fakat bunun da toplumla çok kopuk olduğu fikrinde değilim. İlk aklıma gelenleri söyleyeceğim; İlhan Koman da, İlhan Mimaroğlu da, İlhan Usmanbaş da bu toplumda yetişmiş insanlardı. Kendi dönemlerinin toplumsal izlerini de taşıdıklarını düşünüyorum. Ben çocukken herkes Akdeniz Heykeli’nin önünden geçerdi bir şekilde ve bilirdi bir yandan da.
Ya da sevgili hocam Alper Maral’ın bana hep tavsiye ettiği gibi: Taşı ileri atmak gerek.
Replikas grubu ile uzun yıllar çok kaliteli bir müzik üretiminiz oldu. Yaptığınız müziğe ise avant-rock demekteydiniz. Bu müzik dinleyicileri için yeni bir tecrübeydi. Replikas tam olarak ne gibi bir yenilik üretti?
En başta “avant-rock”a bir açıklama getirmeli: Biz en baştan beri müzik sınıflandırması fikrine yabancıydık. Ürettiğimiz müziği de göz önünde bulundurursanız, müziğimizi bir genre altında tanımlamaya pek meyilli olmadığımız anlaşılabilir. İlk başta “Ne tür müzik yapıyorsunuz?” sorusunu püskürtmek amacıyla “Gulyabani Müzik” fikrini bulmuştuk. Daha sonra yurt dışı için ne olabilir sorusuna “avant-rock” cevabını verdik ama emin olun bu tür sınıflandırmalarla ilgilenen biri yoktu aramızda.
Replikas’ın ne gibi bir yenilik ürettiğini benim anlatmam mümkün değil herhalde. Bildiğimden de emin değilim. Kendi derdimizi anlatmaya çalışayım; Heavy Metal kökenli bir gruptuk, daha sonra Hardcore, Punk, Seattle, daha sonra Post Punk, No-Wave, Syd Barrett, o arada Nick Cave, daha da sonra Einstürzende Neubauten, onların vesilesiyle Dada, Sürrealizm; bir yandan Erkin Koray, Moğollar ve çağdaşları, evde bulduğumuz sazlar, kavallar; oradan türküler, klasik Türk müziği, tekke müziği, hatta bütün Anadolu müziği; sonra avantgarde jazz, çağdaş müzik, elektroakustik müzik, punkvari konserler, stüdyo teknikleri ve daha sayamayacağım bir sürü yoldan geçtik. Üzerine de kendi müziğimizi ve sözlerimizi ekledik. Ona da “replikas” dedik.
Deneysel müzikten ne anlamalıyız?
Bu gerçekten kitaplar dolusu tartışılacak/tartışılmış bir konu. Daha yeni Şevket Akıncı’nın bu konuda uzun bir yazısını okudum. Kısaca özetlemesine rağmen üzerinde çok kafa yorulması gereken bir yazıydı. Dolayısıyla deneysel müziğin tanımını burada yapmaya çalışmak istemem açıkçası.
Ben kendi adıma müziğin denge üzerine kurulmasından yana olanlardanım. Bu dengeyi kurmaya çalışırken doğal olarak yenilik, deneysellik kendiliğinden gelir/gelmeli zaten.
Müzikte müzik aramak lazım, diye düşünüyorum, başka bir şey değil.
Türkiye’deki rock ve alternatif müziğin gelişim, değişim süreçleri hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bu alternatif – mainstream ayrımı çok kaygan ve belirsiz bir zemin, onu anladım en başta. Magazin programlarında görebileceğiniz, sokakta yanına yaklaşamayacağınız kadar ünlü insanlar beste/düzenleme/sound gibi konularda kendisini “alternatif” olarak tanımlayan müzisyenlerden çok daha cesur, açık fikirli ve yaratıcı olabiliyor kimi zaman. Tam tersinden bakınca “alternatif” kitleyle içli dışlı olanlar da popüler müziğin her türlü yöntemini kullanmak için çaba sarf edebiliyorlar.
İki tarafı da kötülemek değil niyetim. Müzikte yaratıcı ve serbest düşünebilme, iyi müzik yazma, düzenleme çabası kimdeyse onu dinlemeyi tercih ederim.
Değişim meselesi ise kaçınılmaz tabii. Faz değişiyor. Aranılan ve beklenen değişiyor. “Alternatif müzik” diye adlandırılan genre’da popülerleşme eğilimi görünüyorken, daha cesur ve yenilikçi işlere elektronik müzik alanında rastlanıyor şu sıralar sanırım.
Gökçe Akçelik’in güncel ve gelecekteki projelerinden biraz bahsedebilir miyiz?
Geçtiğimiz sene Murat Akagündüz ve Aslı Seven’in davetiyle, Murat’ın Vertigo adlı sergisinde bir ses yerleştirmesi ve performans gerçekleştirmiştim. Yine aynı sergide performans gerçekleştiren Atay İlgün’le ortak bir albümümüz oldu bunun sonucunda. Dijital ortamda bulunabiliyor. Daha sonra da Ceren Oykut’un öncülük ettiği bir gecede Seçil Yersel ile bir performansımız oldu. Hepsiyle işbirliğimiz devam edecek diye düşünüyoruz.
Bir süredir film müziği de hayatımda ciddi yer kaplıyor. Dediğim gibi, ilk başta korkutucuydu ama artık “olsa da yapsam” ruh hali içindeyim. O “zorlanma“ durumunu özledim bile.
Kendi kendime uğraştığım elektroakustik projelerim var. Onları yıllara yaymak konusunda çok başarılıyım. Bir türlü nihayete erdiremiyorum. Bir yandan da rastladığım gündelik (ama garip) seslerin bir dakika civarında kayıtlarından oluşturduğum bir soundcloud sayfası var. Bir nevi minyatür field recording koleksiyonu aslında. Kısa sesler/formlar ilgimi çekiyor.
Bunun dışında son bir yıldır yeniden şarkı yazmaya döndüm. Şarkı formunu da çok özlemişim. Onlar da elbet bir şekilde değerlendirilir diye düşünüyorum.
Kapak fotoğrafı: Gökçe Akçelik, enstalasyon.