
- Alternatif Podcast: Gündem Belirleme Kuramı ve Alternatif Gündem Yaratmak - 6 Şubat 2021
- René Girard’ın Arzu Üçgeni ve Taklitçi Arzu - 4 Eylül 2020
- Camera Obscura’dan Skopofiliye Dikizleme Kültürü - 31 Mart 2020
Haber bültenlerinden, yorumlardan, sahte ölüm ilanlarından soyutlanmaya çalışırken ve hazır ölümü görüp evde kalmaya razı olmuşken dikizleme kültürü üzerine yüzeyden derine doğru bir yolculuğa çıkmayı öneriyorum.
“(…)Şüphesiz Allah, yaptıklarınızı görendir.”
Sıkılıp umut ederek, arada bir ateşimizi yoklayıp öksürmemeyi umarak ve artık umut etmekten de sıkılarak geçirdiğimiz günlerde, ekran başında gördüğümüz sayıların değişmesi dışında değişen pek de bir şey olmuyor desem, sanırım abartmış olmam. Abartmamış olma temennimi yineleyerek kadrajımı Arkadaş Z’nin Günler Perişan dizelerine çevirince gözlerim ve peşi sıra aklım şu satırlara takılıveriyor:
“Gün ölümle başlatıyor hayatı
Her şafak taze bir ölünün üstünde doğuyor
Her sabah ölümü anlatıyor gazeteler
Sol köşede ölümü kutsallaştıran bir fotoğraf
Yeni bir cinayetin röntgenini çıkartıyor gövdeme
Beynim sabırla keskin
İğdişliyor haber bültenlerini, yorumları, sahte ölüm ilanlarını”
Birlik ve beraberliğe materyal anlamda en az ihtiyaç duyduğumuz malum karantina günlerinde, zamanımızın büyük kısmı elektronik aygıtlar vesilesiyle ekran başında geçiyor. Benliğimizi muhtelif hazlarla dolduran ve hazzı arttırmak adına kimi zaman bir oyuna dönüşen dikizleme kültürü hakkında konuşacağız. Bu noktada dikizleme, her gün ekran başında olan bizlerin ekrana yansıyan görselle kurduğu, özne-nesne dilemmasında payımıza düşen röntgencilik pozisyonunu tarif ediyor.
İzleyen ve İzlenen İlişkisi
“Photography is truth. The cinema is truth twenty-four times per second.”
Jean-Luc Godard
Camera obscura’dan günümüze kadar kamera içinde bulunmadığımız anları, mekânları, duyguları gözlerimizin önüne getirebilme işlevi gördü. Kabaca bir tanımla tek bir kareye fotoğraf, bir karenin saniyede 24 kez art arda dizilmiş aksiyon hâline video, estetik bir kaygı güdülerek ya da güdülmeksizin bir şey anlatma çabasını ise film olarak tanımlayabiliriz.
Karanlık odaya ufak bir delik yardımıyla düşen görseli resmedip kaydetmekle başlayan ânı bir kareye sığdırma macerası, camera obscura ile taşınabilir olmuş, 1839’da fotoğraf makinasının icadıyla çoğaltılabilir hâle gelmiştir. Ardından video kayıtları yapılmış ve sinema, birçok gelişme kaydederek günümüze kadar gelmiştir. Bu gelişmeler ışığında oluşan filmler sayesinde daha önce görmediğimiz yerlere, hayatlara, sırlara, canlılar arasındaki ilişkilere edilgen olarak tanıklık edebilme imkânımız oluşmuştur. İzlenen ile izleyen arasında oluşan dinamikleri açıklayabilmek adına kullanılan özne-nesne, etken-edilgen kavramları, süreyi uzatmamak adına burada değil de belki başka bir yazıda bahsedilecek kadar teferruat içermektedir.
Yunancada bakmak anlamına gelen “skopeo” fiilinden türemiş olan skopofili (scopophilia), bir şeye bakarken haz alma duygusu olarak tanımlanır. Freud da “içgüdüsel bir dürtü” olarak tanımladığı skopofiliyi görme arzusunda temellendirir. Cinsiyet Üzerine Üç Deneme’sinde Freud, skopofiliyi, erojen bölgelerden oldukça bağımsız dürtülerden, cinselliği oluşturan güdülerden biri olarak benimsemiştir. Bu noktada skopofiliyi, öteki insanları nesneler gibi ele almakta, onları denetleyici ve meraklı bir bakışa tâbi kılmayla ilintilendirir. Yani izleyen özne, izlenense nesnedir ve izleme arzusu temelde kişiler arası güven probleminin bilinçaltındaki hareketidir. İzleme eyleminin bir formu olarak dikizlemeyi salt güven duygusuna indirgemek elbette yanlış olacaktır. Buna ek olarak izlemeyi, bir çeşit günah çıkarma metodu olarak da ele alabiliriz. 2004 yapımı Closer filminde karakterlerin birbirleriyle olan ilişkilerinde bilme ve görme arzusunun, güven kavramıyla olan ilişkisine dair çarpıcı örnekler bulabiliriz. Bir diğer örnek olarak da Soderbergh’in yönettiği Sex, Lies and Videotape (1989) filminde başkarakterimizin diğer karakterlerle ve kamerasıyla kurduğu ilişkiyle izlemenin kendisinde yarattığı hazza tanıklık ederiz.
Dikizleme Çabası
Gogol’un kişinin kendi yokluğu olarak tanımladığı yalnızlık kavramıyla karşılaştığımız yani sıklıkla yalnız olduğumuzu hissettiğimiz zamanlar; en az anlaşıldığımızı, toplumsal duygu çemberinin en dışında kaldığımızı düşündüğümüz zamanlardan oluşur. Nitekim duygularımızı aklayan da mahkûm eden de toplumdur, yani bizden başkalarıdır. Dürtülerimize ne kadar çok ortak bulur, ne kadar çok insanda olduklarını fark edersek zihinsel olarak o kadar güçlü hissederiz. Ekranda kendimizden, duygularımızdan, karakter yapımızdan ne kadar çok parça görürsek o denli yüksek tatminler yaşarız. Bu yüzden dikizleme çabası, toplumun sosyal ve kültürel normlarının bir araya gelip eline aldığı hayali kalemle sınırlarını çizdiği çemberin içine kendimizi yerleştirebilme çabasından ileri gelir. Dikizleme kültürü de burada temellenir. Çoğumuzun Netflix vesilesiyle tanıştığı Black Mirror dizisi, adını izleme eylemini gerçekleştirdiğimiz siyah ekranlarımızdan alır. Ekranda gördüğümüzün kendi yansımamız olduğunu, anlatılanın da bizlerin hikâyesi olduğunu dizi en başta adıyla izleyenlerine ifade etmeye çalışır. Diziyi izleyenlerin karşılaştıkları hikâyeler aracılığıyla oluşan entelektüel tatmin, bahsettiğim dikizleme merakının perçinlenmesinden meydana gelir.
“…İşte O, duyular ve akılla idrak edilemeyeni de edileni de bilmektedir, izzeti sınırsız, rahmeti boldur. O yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır. Sonra onun neslini önemsenmeyen bir suyun özünden yaratıp sürdürmüştür. Sonra ona düzgün bir şekil vermiş ve ruhundan ona üflemiş; sizi kulak, göz ve gönüllerle donatmıştır…”
(Secde Suresi 5-9. ayetler)
Kur’an’da Secde Suresinin 9. ayetinde Allah’ın insanlara kendi ruhundan üflediği yazılıdır. Ruhunda yaratıcıdan izler barındıran insan, pek tabii bunun neticelerini de kendinde bulmaktadır. Her şeyi bilen (El-Muheymin), işiten (Es-Semi), gören (El-Basir) Allah’ın bu vasıflarına, insan da esasen muktedir olma çabası içerisindedir. Allah’ın kendinde barındırdığı ve bize kısıtlı miktarını bahşettiği vasıflarının daha fazlasına sahip olabilmek adına sıklıkla kamerayı kullanırız. Buna amiyane bir tabirle tanrıcılık oynama da denebilir. Madden görünmeden, olan biten her şeyi bilebilmek, duyabilmek ve görebilmek isteriz. Ekranlarımızla olan ilişkimizde de aslında yaptığımız budur. Kendi kişisel alanlarımız olarak tayin ettiğimiz aygıtlarımızın ekranı, varlığımızı izlediğimiz şey her neyse ona ya da onlara hissettirmeden görebilme olanağı sunar. Bizler de bu imkândan sonuna kadar faydalanır, onu kullanır ve nihayetinde dikizleme kültürünün bir parçası oluruz. Azra Kohen’in yazmış olduğu ve sonradan diziye uyarlanan Fi’deki Can Manay karakterinin sevdiği kadınları çeşitli yöntemlerle gözetleme çabası, önlerine çeşitli oyunlarla kendisini aldatma imkânları sunması, karakterlerin davranışlarını inceleme uğraşı anlatmaya çalıştığım konuya iyi bir örnek olacaktır.
“…Birçok şeyin gösterildiği için ve göründüğü kadarıyla varolduğu, sergilendiği için ve seyredildiği kadarıyla değer kazandığı bir toplum çıktı ortaya. Epeydir vitrinde yaşıyoruz hepimiz.”
(Nurdan Gürbilek, Vitrinde Yaşamak, s. 29)
Konuyla Alakalı Tavsiye Niteliğinde Filmler
Rear Window (1954, yön. Alfred Hitchcock)
https://www.imdb.com/title/tt0047396/
La Dolce Vita (1960, yön. Federico Fellini)
Au Hasard Balthazar (1966, yön. Robert Bresson)
https://www.imdb.com/title/tt0060138/?ref_=nv_sr_srsg_0
A Short Film About Love (1988, yön. Krzysztof Kieślowski)
Sex, Lies and Videotapes (1989, yön. Steven Soderbergh)
Closer (2004, yön. Mike Nichols)
Dans La Maison (2012, yön. François Ozon)
Konuyla Alakalı Tavsiye Niteliğinde Kitaplar
Pasajlar, 1982, Walter Benjamin
Vitrinde Yaşamak, 1992, Nurdan Gürbilek
Lacan Hakkında Bilmeyi Hep İstediğiniz Ama Hitchcock’a Sormaya Korktuğunuz Her Şey, 2012, Slavoj Zizek
Dikizleme Günlüğü, 2019, Hal Niedzviecki