Yüz Yılın Evi: Sessiz Bir Devrim

Yüz Yılın Evi benim için sezonun merak uyandıran oyunlarından biriydi. Yeşim Özsoy ve Ferdi Çetin’in yaz aylarında aldıkları davet üzerine, 1. Dünya Savaşı’nın bitiş yıl dönümü vesilesiyle ortaya koyacakları oyun, Perili Evler (Haunted Houses) üst başlığına sahip, ulus kavramı üzerine düşündüren bir projeydi. Bulgaristan, Yunanistan, İsviçre ve Almanya (Studio Я / Maxim Gorki, GalataPerform, The Red House, Experimental Stage/-1, Theater Neumarkt) ortaklığında, “Savaş veya Barış Festivali” kapsamında hazırlanan projede, Yüz Yılın Evi de Türkiye’yi temsil ediyordu.

Nihayet Yüz Yılın Evi, İstanbul Tiyatro Festivali’nde seyircinin beğenisine sunulmuştu. Oyun, alışkın olmadığımız bir teknik kadroya sahip olduğundan, beni nelerin beklediği konusunda epey heyecanlıydım. Yeşim Özsoy hem tek başına oynuyor hem de yönetiyordu. Buna her ne kadar “full control” desek de tiyatroda her şeyi kontrol edemezsiniz.

Oyunun bir röportaj ile ya da yolunu kaybetmiş bir oyuncuyla başladığını söylemek mümkün. İkinci seçenekte oyuncuyu, yazar-yönetmen-seyirci üçgeninin içinde simgesel bir yere oturan kişi olmaktan alırsak, anlatıcı tiyatroda yolunu kaybediyor, kulağına gelen talimatlara yarı bilinçle uyuyor ve yolunu şaşırıp bir yerlere savruluyor. Röportaj ise İbrahim Ethem Efendi’nin torunu hakkında. Peki neden açılış bu şekilde yapılmış? Yeşim Özsoy’un “Belki de birazdan izleyeceklerinizin hepsi gerçek,” sözleri, “Gerçek bir hikâyeyi (hikâye demek tam karşılamasa da) aldım, eğdim büktüm, parçalarına ayırdım. Kendi dünyamdan geçirip yeniden size sundum. Yani izlediğiniz şey gerçektir, ama benim dünyamın gerçekliğindedir,” anlamını taşıyor.

Konuşan “Şeyler”

Belgeselden sonra seyirciyi çok hızlı bir prolog karşılıyor. Oyuncunun nefes koşusu, farklı bir konağın ortak paydada buluşturduğu karakterlerin monologları, enteresan bir dil oyunu yaratılmasına da vesile oluyor. Çünkü konuşan “şeyler”, gerçekten “şeyler”. Bazen bir kumaş, bazen çini porseleni, bazen de inek. Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı’da uyguladığı anlatı şeklini Yeşim Özsoy ve Ferdi Çetin alıp metinlerine yerleştiriyorlar. Epilogumuz uzayan kelimeler ve yavaşlayan dille prologun tamamen zıttını oluşturuyor. Böylece enteresan diye tanımladığım dil oyunu gerçekleşiyor.

“Yüz Yılın Evi aynı Yaşlı Çocuk gibi ‘ağır bir meseleyi’ çocuksu bir naiflikte anlatıyor.”

Sahnede bir de müzisyen var. Elinde oryantal enstrümanlar ile liveloop tekniğinde oyuncuya eşlik ediyor. Perdede akan konak görüntüleri, müzisyenin varlığı ve oyuncu, üç farklı disiplini, tiyatro, sinema ve müziğin tek bir sahnede sentezini sunuyor. Tam da bunun içindir, Yüz Yılın Evi hayranlık uyandırıyor. Öte yandan müzisyenin ve oyuncunun monoloğunun tekniği de benzeşiyor; parçalı, üst üste bindirilmiş ve bu yolla bütünleştirilmiş…

Yüz Yılın Evi aynı Yaşlı Çocuk gibi “ağır bir meseleyi” çocuksu bir naiflikle anlatıyor. Osmanlı’nın kozmopolit dünyasının bir ulus-devlete evrilişi, savaş sonrası dönemin ekonomik zorlukları, bir imparatorluğun yıkılışı ile bir binanın yıkışı üzerinden paralellik kuruyor. Yer yer bilinç akışı gibi duran monologlar, klasik hikâye anlatısının sert köşelerini logaritmik hâle getiriyor. Yani seyirciye hazır olanı sunmak yerine ona açık kapılar bırakıyor. Bizi günümüze dair söylemlerin de yer bulduğu bir avcılığa çıkarıyor.

“Gazetelerimiz ve televizyonlarımız Alice müzikalini konuşadursun, Yeşim Özsoy bir yerlerde sessiz devrimini gerçekleştirmeye, genel kabullerimizi tersine çevirmeye devam ediyor.”

Yeşim Özsoy’un hiç bitmeyen tiyatro yenilikçiliği sayesinde Türk Tiyatrosu (şu an farkında olmasa da) çıkışsızlıktan bir çıkış yolu buluyor. Gazetelerimiz ve televizyonlarımız Alice müzikalini konuşadursun, Yeşim Özsoy bir yerlerde sessiz devrimini gerçekleştirmeye, genel kabullerimizi tersine çevirmeye devam ediyor.

 

Bir cevap yazın