- The Rover (2014) ve “Çöküş” Üzerine - 14 Şubat 2022
- Begin Again ve Once: İmkânsız Karşılaşmalar ve Yarım Kalan Aşklar - 13 Nisan 2021
- Kısa Film Önerisi: Actor Seeks Role (2015) - 24 Ocak 2021
- Stanley Kubrick ve Bir Auteur Filmi Olarak A Clockwork Orange (1971) - 22 Eylül 2020
- Vampirler ve Ölümsüzlüğün Dayanılmaz Ağırlığı: Only Lovers Left Alive (2013) - 14 Haziran 2020
- Gone Girl (2014): Bir Tuhaf Evlilik - 6 Mayıs 2020
- Üçüncü Yenilerden Melodiler - 7 Eylül 2019
- Bir Radiohead Hikâyesi: Creep Neden Hâlâ Önemli? - 30 Ağustos 2018
- Kadın Vokallerin Yükselişi: İz Bırakan 11 Şarkı - 27 Haziran 2018
- Yönetmen Kadın Sette Nasıl Var Olur?: Onun Filmi (2018) Üzerine Söyleşi - 7 Nisan 2018
İnsanlık tarihi boyunca savaş, klanların yaşam ihtiyaçlarından ganimet toplamaya, baskı ve köleliklerden devrimlere, onur ve zafer arzularından politik güç ihtiraslarına kadar, onurlu yahut onursuz, birçok farklı şekille karşımıza çıktı. Bir şiddet sarmalı içinde üretmeye devam ettiğimiz bu savaşların hakiki sebeplerine de yabancılaştık zamanla. Neden savaştığımızı bilmeden, yüceltilen yapay kavramlarla cephelere sürüldük ve birbirinden sarsıcı, birbirinden ürkünç iki dünya savaşı ile sarsıldı bu dünya. İşte bu noktada kurduğu medeniyeti yeniden sorgulamaya başlayan insan “neden” diye sormaya başladı elbet, tüm bu karanlık, tüm bu cehennem ne uğruna?
Hollywood’un gizemli ve sıra dışı yönetmeni Terrence Malick’in başyapıtlarından biri olan The Thin Red Line (1998) da aslında bu sorgulamayı seyircileriyle en çarpıcı şekilde paylaşmayı hedef almış oldukça samimi ve bir o kadar da sarsıcı bir yapım. İkinci Dünya Savaşı sırasında her biri kendi “cennet” yaşamlarından koparılmış ve cehennemin ortasına atılmış bir grup Amerikalı askerin Pasifik cephesinde yaşadıklarını gözler önüne seriyor film. Fakat bunu klasik Hollywood filmlerinden alıştığımız şanlı kahramanlık mitleri üzerine kurmak yerine farklı bir yöntem seçiyor kendine. Bu hikâyeye konu olan hiçbir karakter cesur ve vatansever arketipik kahramanlar olarak sunulmuyor ve hiçbirinin başından savaşın bilindik, bir yanıyla çok gerçek bir yanıyla da o gerçeküstü karanlığı dışında inanılması güç olağan dışı olaylar gelmiyor. Ortaya nadiren de olsa cesurca edimler çıkıyorsa da, bunlar motivasyonlarını kahraman olma arzusunda değil ama mantıksız gerekçelerde buluyor ve kendini saf şiddet eylemleriyle gösteriyor. Malick belli aksiyonların yönlendirdiği bir dramadansa insanlık durumları üzerine odaklanmayı tercih ediyor The Thin Red Line‘da. Savaşı yüceltip onurlu göstererek karakterlerini kahramanlaştırmak yerine bu insanlık felaketini olduğu gibi, yani “ruhu zehirleyen” bir döngü, bu felakete konu olan askerleri de birer kurban olarak gözler önüne seriyor.
Malick, The Thin Red Line‘a konu olan askerlerin yaşadıklarını onların iç seslerini kullanarak hem görsel hem de metinsel olarak şiirsel kurgu ile seyircisine aktarıyor ve onları adeta felsefi ve ruhsal yolculuğa çıkarıyor. Savaşın gerçekleştiği coğrafya ise yaşam ve ölümü bünyesinde barındıran insana hem cenneti hem cehennemi anımsatan muhteşem bir doğa imgelemi olarak sunuluyor ve karakterlerin sorgulamalarına ayrı bir boyut katıyor.
Kaybedilen cennet teması ve her bir karakter için savaşın sisini yarıp ortaya çıkan acımasız gerçek aslında bu hikâyenin omurgasını oluşturuyor. Filmin bir sahnesinde Sean Penn’in canlandırdığı Çavuş Welsh karakterinin sözleri belki de bu fikri en iyi özetleyen anlardan biri olarak karşımıza çıkıyor:
“Tüm bu deliliğin içinde tek bir kişi neyi değiştirebilir ki? Eğer ölürsen bir hiç uğruna öleceksin. Her şeyin çok güzel olacağı başka bir dünya yok. Sadece bu kaya parçası var.”
Sebebi her ne olursa olsun, onlara ne söylenirse söylensin sonunda hikâyenin tüm karakterleri, içine düştükleri bu cehennemde yine kendi savaşlarını veriyor, yaşam ve ölüm döngüsünde yine kendi hayatlarının değerini keşfetmeye, içsel bir barışa ulaşmaya çabalıyorlar. Biz de seyirciler olarak ister istemez Terrence Malick’in bizi çıkardığı bu üç saatlik yolculukta savaşlarla kavurduğumuz bu dünyadaki, hatta evrendeki yerimizin ne olduğunu, insanlar olarak geleceğe nasıl bir miras bırakacağımızı, medeniyetimizin yarattığı bu şiddet sarmalının nasıl kırılabileceğini ve rotalarımızın savaştan barışa doğru nasıl evrilebileceğini düşünmeye, sorgulamaya başlıyoruz.
Bu yazı ilk kez Fil’m Hafızası Mag dergisinin Kış 2016 sayısındaki “Savaş ve Barış” dosyası kapsamında yayınlanmıştır.