Filmekimi 2017 İzlenimleri

Artun Bötke Hakkında

2008 yılında İTÜ Makina Mühendisliği'nden mezun olup mesleğini bu alanda hâlen sürdürmektedir. Fil'm Hafızası, Sinema Terspektif gibi internet sitesi ve dergi mecralarında sinema üzerine çok sayıda düşünsel, eleştirel yazıları ve denemeleri yayınlanmıştır. Bir karalama defteri olarak gördüğü artunbotke.com isimli blog çalışmasında ise farklı konularda yazılarını paylaşmaya devam etmektedir.

2003’te ilk başladığında İstanbul Film Festivali’nin küçük kardeşi gözüyle bakılan Filmekimi, artık kendi ayakları üzerinde tamamen durabilen bir sinema olayı haline geldi. Sonbaharın beklenen etkinliği, Cannes ve Venedik’te sükse yapmış yapımlarla sezonun ağır toplarının ilk görücüye çıktığı yer oluyor genelde. Bu yıl da çoğu sinemaseverin ağzını sulandıran bir programla arz-ı endam eden Filmekimi seçkisinden 9 filme ufak ufak göz atalım.

Robin Campello’nun Cannes’da büyük ses getiren yapımı 120 BPM (2017), 90’ların başlarında Paris’te, başta AIDS olmak üzere eşcinsellerin sorunlarına dikkat çekmeye çalışan aktivist bir grubun birkaç yıllık mücadelesine tanıklık etmemizi sağlıyor. Filmin en önemli meziyetleri samimiyeti, dinamizmi ve açıksözlülüğü. İlk sahnede bize de birer aktivist muamelesi yaparak olayların tam içinde olmamızı sağlıyor. Grubun içten ve demokratik ortamı yanında fikir ayrılıklarına da yer vermesi, filmin diğer önemli artısı. Nitekim ilk saatinde neredeyse kusursuz bir belge film izliyoruz. Lakin sonrasında eser, kamerasını grubun genelinden ayırıp birkaç üye arasındaki ilişkilere odaklamaya başlıyor. Bu kısımda ise grup içindeki objektifliği yitiriyor ve meselesini örnekler üzerine anlatmaya çalışıyor ki film, çok detaya girerek melodrama meyleten bir yapıya kayıyor. Oysaki politik söylemi oldukça güçlü, öznelliğe ihtiyacı olmayan sıkı bir meseleye sahip olan 120 BPM ana ekseninden sapıyor. Yine de dinamik rejisi ve söylemine her adımda sahip çıkmasıyla önemli bir film. Bir kuir başyapıtı olmayı ıskalamasıysa üzücü.

Rusya’nın yeni yıldız yönetmeni Zvyagintsev’in son yapıtı Nelyubov (Loveless – 2017), eski yapıtlarındaki gibi Rusya’ya yöneltiyor eleştiri oklarını. Anne babası boşanmak üzereyken ikisinin de kendisini umursamadığını anlayan Aleksey’in ortadan kayboluşunun ardından yaşananları ibretle izliyoruz. Bencillik, ikiyüzlülük, çürümüşlük, amaçsızlık ve sevgisizlik… Herkesin herkesi kullandığı bir yer veya kullandığını sandığı bir ülke, nasıl bir yerdir? Nelyubov derdini çok belli etse de başarılı senaryosu ve tekinsiz atmosferiyle yine konuşulacak ve tartışılacak bir yapıt olmayı başarıyor.

Dört yıl önce yalnız ama güçlü bir kadının hikâyesini anlattığı ilk filmi Gloria (2013) ile sağlam bir başlangıç yapan Şilili yönetmen Sebastian Leilo, Una Mujer Fantastica‘da (A Fantastic Woman – 2017) benzer bir kadın üzerine kuruyor öyküsünü. Gündüzleri garsonluk, geceleri de şarkıcılık yapan trans Marina, sevgilisini aniden kaybetmenin yasını tutamadan merhumun yakınlarının fiziksel, psikolojik ve ekonomik baskısına maruz kalır. Gloria’da anlattığı yalnız ve kadın olmanın dezavantajlarına bir de cinsel tercihi ekliyor Leilo. Derdini ajitasyona başvurmadan anlatırken en büyük desteği de başrol oyuncusundan alıyor. Toplumun ikiyüzlüğünü tüm gerçekçiliğiyle gösterirken her şeye rağmen sevginin kazanacağını belirtmesi filmin önemini arttırırken duruşunu da sağlamlaştırıyor.


Cannes’da Altın Palmiye’yi alan The Square (2017), iyi bir entelektüel camia taşlaması. Stockholm’un modern sanat müzesi küratörünün çevresinde gelişen olayları mizahi bir tonda anlatan eser, yönetmenin önceki filmi Force Majeure (2014) gibi dışarıyla pek alakadar olmayan bir zümreye  dışarıdan yapılan kasıtsız bir müdahale ile açılıyor. Fakat Force Majeure, sadece bu olayın yarattığı tepkileri incelerken ve mizahını bunun üzerine kurarken, The Square olayın etkilerinin yanına başka yan öyküler de ekleyerek ölçeğini fazla genişletiyor. Yönetmen Ruben Östlund’ın hatası veya eksiği de gittikçe büyüyen öyküyü toparlayamaması, her ne kadar bir sonuca ulaştırıp derdini anlatabilse de. Buna gereksiz uzun sahneler de eklenince filmin temposu düşüyor. Östlund, bariz şekilde çıtayı daha yükseğe çekmek isterken sendeliyor.

Venedik’te Altın Aslan alan The Shape of Water (2017) ise klasik Hollywood’un o güzelim ama naif romantik filmler atmosferine sahip bir peri masalı. Ne kadar harikulade ve yaratıcı tasarımlar yapabildiğini uzun yıllardır bildiğimiz Guillermo del Toro, neyi nasıl kurgulayacağını çok iyi bildiğinden film kusursuz işliyor. Lakin yapıtın bazı unsurları çok tanıdık. Del Toro yaratıcılığını konuştursa da sonuçta risk almayan ve hoş seyirliği pek aşamayan bir film çıkarıyor. El Laberinto del Fauno‘nun (Pan’s Labyrinth – 2006) maalesef yanına yaklaşamıyor.

Elindeki tüm riskleri kazanca çeviren film ise Safdie Kardeşlerin delidolu eseri Good Time (2017) oluyor. Bir banka soygununda işler ters gidince yakalanan zeka seviyesi düşük kardeşini kurtarmaya çalışan Connie’nin soluklanmadan koşturmacasını biz de nefessiz izliyoruz. Scorsese’nin Mean Streets (1973) zamanındaki dinamizmi, gözüpekliği ve yenilikçiği akla geliyor. Good Time bağımsız film severlerin hayran kalacağı güzellikte ve sertlikte bir eser. Yılın en iyilerinden.

“Son yılların en başarılı komedilerinden”

İngiltere’nin ünlü oyun yönetmeni Martin McDonagh, Oscar kazandığı kısa filmi Six Shooter‘dan (2004) sonra In Bruges (2008) ile uzun metraja harika bir giriş yapmış, Seven Psychopaths (2012) ile de özgün ve doludizgin tarzını devam ettirmişti. Üçüncü ve yeni filmi Three Billboards Outside Ebbing, Missouri (2017) ile mizahi gerçekçi tarzını devam ettirse de durulmuş. Lakin durulurken kendisini toparlamış da. Seven Psychopaths‘taki öykünün savruluşu bu sefer yok. McDonagh ne yaptığını, hikâyenin nereye yönlenmesi gerektiğinin çok iyi farkında artık. Bu yüzden seyirciyle de oynayabiliyor, gerekli yerde müdahale de edebiliyor, nefesinin nerede biteceğini de biliyor. Tam bir Coen Biraderler komedisi fakat McDonagh’ın kendine has mizahı da belirgin. Frances McDormand başta olmak üzere oyuncu performanslarıyla da güzelliği katmerlenen film, kesinlikle son yılların en başarılı komedilerinden.

Sally Potter’ın siyah-beyaz teatral ilişki komedisi The Party (2017) hedefini on ikiden vuran başka bir yapım. Her karakterin kendi derdini diğerlerinden üstün gördüğü ve böylece açıklanan her bilgiyle ortalığın daha da karıştığı filmin esas başarısı, tüm bu karmaşayı çok ekonomik bir kurguyla toparlayabilmesi. Küçük bir bilgi kırıntısı bile filme derinlik katabiliyor. Finans sektöründe çalışan genç karakterin, boşanmayı maddi kayba indirgemesi ve bunun mesleğiyle bire bir örtüşmesi gibi. Birbirinden ünlü ve usta oyuncuların performansları ise filme ayrı bir lezzet katıyor. Ayrıca derinlikli ve düşündürücü olmasının yanında eğlenceli ve nüktedan yapısı eseri, her seyirciye uygun hale getiriyor.

Senaryolarını yazdığı Sicario (2015) ve Hell or High Water (2016) ile kısa zamanda sinemaseverlerin takip listesine aldığı Taylor Sheridan, yazıp yönettiği Wind River (2017) ile yine formda. Kızılderili bölgesinde gerçekleşen bir cinayetin ardından yaşananları anlatan eser, düşmeyen ve istikrarlı bir şekilde artan temposuyla beraber dramatik unsurları da es geçmiyor. Bir başyapıt olmasa da keyifle izlenen bir polisiye olarak beklentileri fazlasıyla karşılıyor.

Bir cevap yazın

Bu site, istenmeyenleri azaltmak için Akismet kullanıyor. Yorum verilerinizin nasıl işlendiği hakkında daha fazla bilgi edinin.